
“Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğin ki ise robot.”
-E.FROMM
YARIM DÜNYA – Hiromi Goto
Kentin sokakları beyaz uykusuna dalmıştı. Klaksonlar ve lastiklerin patinaj sesleri arasında dahi, karın kendine has o sükutu duyulabiliyordu. Ağzından duman soluyan insanları ardımda bırakarak, kelimelerin sıcaklığına bırakmıştım kendimi. Kitapçıdaydım artık. Bir cümbüşün ortasında… Üzerimde eriyen kar tozları, yerini su damlacıklarına bırakırken; yeni baskı kitapların kokusunu içime çekiyordum. İki haftada bir, kitapçıları gezerek okuyacağım kitabı seçmek, ona dokunmak beni bambaşka bir duyguya sürüklüyordu. Şimdi bu duyguya, kar yağışının insan üzerinde yarattığı o efsunlu tesir de katılmıştı. Romanların arka kapak yazılarını okuduğum sırada, genç bir kadın yanıma yanaştı. Kitaplardan konuşmaya başlamıştık. Rujunun sarhoş eden kırmızlığı, algımı köreltse de; mesleğinin mühendislik olduğunu anlayabilmiştim. Edebiyata ilgisi bundan diye düşündüm. Öteden beri, edebiyatın da bir nevi mühendislik olduğu kanaatini taşıyordum. Bir çeşit “ruh mühendisliği”…
Fantastik edebiyat türünün temsilcilerinden kabul edilen Ursula Le guin de, “fantezi iç benliğin dilidir” diyerek, bu türe ilişkin insan temelli bir tanımlama yapıyor. Edebi eser, fantastik öğeler barındırsa da, insan ruhunu mihenk alır kabilinden bir yaklaşım bu…Belki de fantastik edebiyat türü üzerine konuşmaya başlamadan önce, kelimenin kökenine inmek yerinde olacak… Fantastik kelimesi, “gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayali…” anlamına geliyor. ( Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü ) Bu pencereden bakıldığında, George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” , Kafka’nın “Dönüşüm”ü , Goethe’nin “Faust”u vb. hikayeler, fantastik edebiyat antolojisine dahil edilebilir. Sıraladığımız eserler, Lu guin’in yaptığı tanımlama ile birebir örtüşüyor. Kah insan ruhuna nüfuz etmesi kah insanın içinde yaşadığı düzeni farklı bir gözlükle tasvir etmesi, başat özellikleri… Ancak günümüzde, fantastik edebiyat Tolkien’le başlatılarak; tamamen ayrı bir yere konuyor. Bu fasıla şimdilik bir virgül!
Fantastik hikayelerin, her ne kadar edebi maharet açısından şiire en çok yaklaşan tür olduğunu düşünsem de, katılır mısınız bilmem ama; fikrimce bir ürünün edebi değeri, yukarıda bahis konusu olan ruh mühendisliğinden geçiyor. Sözü yine Le guin’e verelim:
“…Harry Potter’ı okudum. Aşina olduğum iki biçimin hoş ve canlı bir karışımı gibi görünmüştü bana; bunlardan birincisi “iğrenç/aptal/zalim ebeveynlere sahip yetenekli/sevgi uyandıran çocuk, ikincisi de İngiliz yatılı okul hikâyeleri. Gerçi bu iki konunun eskiliği yüzünden kafam karışmıştı, çünkü kitap orijinal olduğu için övülüyordu. Sıradan insanların aşağı görüldüğünü, adeta insandan sayılmadığını, o harika büyücü halkın ise şiddet de içerdiği söylenebilecek yarışmalar için yeteneklerini kullandıklarını görmekten pek hoşlandığımı söyleyemem. Bu tema, özel güçleri olan özel bir gruba dahil olma yolundaki çocukluğa ait arzuya oynuyor, fakat ahlaki açıdan söyleyebileceğim en hafif şey, yaratıcı olmadığıdır.”
Bahse konu türe ilişkin yaygın bir eleştiri, insanları gerçekten uzaklaştırdığı yönünde… Bu eleştiriye şahsen katılmamakla birlikte; fütursuzca, bazen gerçekten ne denli uzaklaşılırsa, o kadar yakınlaşılabileceğini iddia ediyorum. Bununla birlikte, ben eleştirimi farklı bir temelde formüle edeceğim. Edebiyat tarihi boyunca, edebi ürünlerin doğmuş olduğu yaşam koşullarından etkilendiği veya sarmal olarak, o yaşam koşullarını şekillendirdiği görülmüştür.

Bu kadar fantastik edebiyat lakırdısının sebebi, Japonya’da doğan, Kanadalı yazar Hiromi Goto’nun “Yarım Dünya” isimli kitabı… Yazar, 2010 Kanada Fantastik Edebiyat Sunburst Ödülü’nün de sahibi…Kitap, İthaki Yayınları tarafından, Bülent O. Doğan’ın çevirisiyle raflarımıza sunuluyor. Haddimi aşarak, daha da iddialı sözler söylememek için kitap hakkında çok yorum yapmayacağım. Zira, söz konusu türde kendimi yetkin göremiyorum. Yalnızca, sıradan bir okur olarak şunu söyleyebilirim: Kitaptaki kurgu karakterler, benim zihnimde pek de çağrışım gücü yüksek imgelere dönüşmedi. İtiraf etmeliyim ki, kitabın sonunu getirmekte oldukça zorlandım. Ama belki, meraklısı benimle aynı fikirde olmayabilir. Bir diğer özellik, hikayenin teolojik kökeni… Sanırım kitabın öndeyiş bölümündeki şu satırları sizinle paylaşırsam, ne demek istediğim ortaya çıkacak:
“Uzun, uzun, çok uzun zaman önce, daha ölümlüler taş tabletlere ve parşömenlere ölümlü dinlerini yazmaya başlamadan evvel, üç alem vardı: Ten Alemi, Ruh Alemi ve Yarım Dünya. Çağlar boyu bütünlük ve denge hüküm sürdü: Hayat, sonraki hayat ve yarım hayat en az uyanıklık, uyku ve rüya kadar doğaldı. Tüm canlılar, öldükten sonra Yarım Dünya’nın rüyalar aleminde tekrar uyanıyordu. Ölümlüler Ten Alemi’nde geçirdikleri zamanda yaşadıkları en büyük travma anında açıyorlardı gözlerini. Yarım Dünya’da yeniden yarım hayatlar yaşıyor; ölümlülüğün kötülüklerinin yükünden sınanma ve çile çekme yoluyla kurtuluyorlardı. Ruh Alemi’ne geçince her türlü fiziksel kaygı kalkıyordu. Ruhlar özgürce var oluyordu; ölümlülükten ve acı çekmekten uzak. Ten’in sıkıntılarını hissetmeden saf ve kutsal bir durumda kalıyorlardı. En sonunda ışıkları azalmaya başlıyor ve tekrar Ten’e çağırılıyorlardı. Çünkü hayatla bağlantısı olmayan ruh da göçmek zorundadır. Bu döngüler tam bir denge içindeydi. Bir zamanlar dengeli ve iç içe olan Üç Alem birbirinden koptu ve her biri kendi başına kaldı. Daimi ölümlülüğe sıkışıp kalan ölümlüler, ölür ölmez yeniden Ten’de doğdular. Bu değişmez döngü içine hapsolduklarından kasvetli ve umutsuz varlıklar haline geldiler…”
Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş bir mektuptur.