
Mustafa Kemal Atatürk’ün Yeme İçme Alışkanlıkları Ve En Sevdiği Yemekler
Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofrası
Atatürk’ün yeme alışkanlığı üzerine çok fazla kaynak bulunmuyor
Daha öncesindeki yazımızda Mustafa Kemal Atatürk’ün yazmış olduğu kitapları ele almıştık. Bu sefer de Mustafa Kemal Atatürk’ü daha yakından tanımamıza yardımcı olacak keyifli bir derleme hazırladık. Bu yazıda Atatürk’ün sofra adabı, yeme içme alışkanlıkları, en sevdiği yemekler ve hiç yiyemediklerini ele alacağız.
Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasında yaşanan güzel anılara ve tarihin önemli karakterlerinin söylediklerine de yer vereceğiz.
İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” isimli kitabında belirttiğine göre;
“Atatürk’ün Sofrası” demek, hayatının büyük bir parçası demektir. Atatürk’ün hayatında dinlenme için ayrılmış bir zaman yoktur. Uyumuyorsa, okumuyorsa, yazmıyorsa, mutlaka sofrasının başındadır, çevresindeki arkadaşları ile bir şeyler konuşmakta, bir şeyler tartışmakta, haber alıp vermekte, uygulayacağı düşüncelerine sosyal taban hazırlamaktadır. […] Atatürk, konuştuğu insanları rahatlatabilmek için sofrasına çağırırdı. İçki ve dostlukla rahatlamış insanlar, bir süre sonra fikirlerini cesaretle ortaya dökerler, bildiklerini, işittiklerini kendi görüşlerine göre değerlendirirlerdi. Bu yüzden birçok devlet, memleket, dünya meseleleri zaman zaman sofraya gelmiş, orada konuşulmuş ve hatta kararlara bağlanmıştır.
Bir kaç istisna dışında Atatürk’ün yemek alışkanlıkları üzerine yazılmış ne yazık ki çok fazla kaynak yok. Prof. Dr. Mahmut Tezcan‘ın 2000 yılında düzenlenen I. Uluslararası Atatürk ve Türk Halk Kültürü Sempozyumu’nda sunulan “Atatürk’ün Beslenme Alışkanlığı, Yediği ve Sevdiği Yemekler” başlıklı bildirisi de bize bu konuda fikirler veriyor.
Askeri disiplin ile sofradan tok değil aç kalkardı
Prof. Dr. Tezcan’ın aktardığına göre, Atatürk yemek düşkünü bir insan değildi. Çok yemek yemeye hem israf hem de sağlığa zararlı bir alışkanlık gözüyle baktığını konuşmalarında ifade ederdi. Sofradan genellikle tam doymadan kalktığı bilinirdi. Askeri kökeni nedeniyle ve başarıyla kazandığı savaşlar sırasında yemek yemenin sadece hayatta kalmak için bir değer olduğunu çok iyi anlayan Mustafa Kemal’in gün içindeki yemek tercihleri de, daha sade ve basit bir yapıya sahipti.
Sabahları sütlü kahve içerdi
1931-1935 yılları arasında Çankaya Köşkü’nün aşçısı olarak görev yapan Halit Atay‘ın ifadelerine göre, Atatürk güne çok sade bir kahvaltıyla başlardı. 1 bardak soğuk ayran ya da 1 kase yoğurt ve 1 dilim ekmekten ibaret bu kahvaltının ardından gazetelerini okurken sütlü kahvesini içerdi.
Kahveyi orta şekerli severdi
Çok sıkı bir kahve tiryakisi olan Atatürk kahveyi orta şekerli severdi. İçtiği kahve miktarının günde 15 fincana kadar çıktığı söyleniyor. Nitekim o günlerden bize kalan birçok fotoğrafında da Atatürk Türk kahvesi içmektedir.
Atatürk’ün çocukluğundan kalma en sevdiği lezzet, annesi Zübeyde Hanım’ın elinden çıkmış olan Selanik usulü ıspanaklı börekti. Atatürk, ara ara mutfaktan bu böreğin yapılmasını ister, böreğini mutlaka ayran eşliğinde tüketirdi. Bu börek için ıspanaklar kuru soğan ve baharatla kavruluyor, sonra da bolca beyaz peynirle karıştırılıyor. Tepsiye serilen kat kat yufkaların arası bu malzemeyle dolduruluyor ve üzerine yine kat kat yufka seriliyor.
Mustafa Kemal’in en sevdiği yemek ise askeri okullardaki öğrencilik hayatından kalma bir alışkanlıkla etsiz kuru fasulye ya da kendisinin tabiriyle “yağlı fasulye” idi. Her öğün yese kuru fasulyeden bıkmayacağını söylerdi, bu nedenle köşkün mutfağında her saat hazır bir tencere kuru fasulye bulunurdu. Kuru fasulyenin yanına tabii ki pilav tercih ederdi.
Atatürk kuru fasulyeyi genellikle iki dilim ekmek eşliğinde tüketirdi. Bu ekmekleri de muhakkak ayrana batırarak yerdi.
Aslına bakılırsa ayran Atatürk için olmazsa olmazların başında geliyordu. Kahvaltının ve yemeklerin yanı sıra Atatürk, ikindi vakitlerinde de bir kase ayran içerdi.
Kuru fasulyenin yanında pilav da yemeyi seven Atatürk’ün sevdiği diğer yemekler de karnıyarık ve bamyaydı. Özellikle karnıyarığı da pilavla karıştırıp yemeyi severdi.
Gece geç saatlere kadar çalışan Atatürk’ün bu sırada karnı acıkırsa tercihi yumurtadan yana olurdu. Aşçılarına peynirli omlet ya da sahanda yumurta yaptırırdı.
Atatürk’ün akşam düzenlediği ve dostlarıyla birlikte yediği yemeklerde genelde sebze ağırlıklı yemekler bulunur, ara sıra et ve tavuk türü menüler sofraya ilave edilirdi.
Atatürk’ün yemek seçiminde de hassas davranır, kurtuluş savaşından çıkmış yoksul bir milletin mensubu olduğu bilincini asla göz ardı etmezdi.
Halkının güç bela karnını doyurduğu, evlerinde etleri kurban bayramından bayramına gördüğünü hiç unutmamış, milletinin yiyemediği et yemeklerini kendi sofrasında bulundurmazdı.
En sevdiği içki rakıydı
Atatürk’ün akşam sofrası hoş geldin konuşması ve kadeh kaldırmasıyla başlıyordu. En sevdiği içki, meşe fıçıda hafif sararıncaya kadar dinlendirilmiş rakıydı. Bu rakı onun için özel olarak damıtılırdı. Rakıyı yudum yudum, keyfini çıkara çıkara içerdi.
Sofranın olmazsa olmazı sarı leblebi mutlaka iyi fırınlanmış olmalıydı. Mutfaktaki tavalarda ısıtıldıktan sonra servis edilirdi. Yoğurt, limonlu fava, üstüne zeytinyağı gezdirilmiş haşlanmış kuşkonmaz da masadan eksik olmayan mezeler arasındaydı.
Yorgo’nun Meyhanesi uğrak yeriydi
İsmet Bozdağ’ın aktardığına göre, Çemberlitaş’taki Tavuk Pazarı’nda bulunan Yorgo’nun Meyhanesi’ne Atatürk, Harbiye öğrencisiyken arkadaşlarıyla beraber giderdi. Yorgo’nun müşterisi olduğu için hesabı vardı ve ay başında bu hesabı kapatırdı.
1932 yılının bir yaz akşamında Mustafa Kemal arkadaşlarına tekrardan Yorgo’nun Meyhanesi’ne gitmeyi önerdi, eski günlerdeki gibi. Ama Yorgo’ya bir sürpriz yapıp onu şaşırtmak istiyordu. Dolayısıyla Yorgo’ya haber verilmeden gidildi.
Onlarca arkadaşı ve yaveri de beraberinde gelmek isteyince sadece eski ekibin aynı masada oturabileceğini diğerlerinin dilerlerse başka masaya geçebileceğini ve kendi hesabına yiyip içebileceğini buyurdu. Atatürk’ün geldiğini öğrenen halk kapının önünü kapatmıştı.
Bir saat kadar yenildi, içildi. Sonunda Atatürk ayağa kalktı. Kapıya doğru yürürken, Yorgo’ya okul günlerindeki gibi seslendi:
– Yaz hesaba Yorgo. Ay başında öderim!
Kır saçlı Yorgo hiç şaşırmadı, duraksamadan karşılığını yapıştırdı:
– Güle güle Mustafa Kemal!
Çok hoşlandı Atatürk bu karşılıktan. Kapıdan çıkıp arabasına binerken: “Vatandaş olmak ayrı bir güzellik yahu” diyordu.
Akşam sofrası genellikle gecenin ilerleyen saatlerinde son bulurdu. Bazen günün ilk ışıklarına kadar sürdüğü de olurdu. Sabah sona eren akşam sofrasından kalkarken
“Arkadaşlar, hükumet uyandı hadi biz artık yatalım”
dediği rivayet olunur.
Gül reçelini severdi
Atatürk’ün yeme içme alışkanlıkları hakkında bilinmeyen birkaç detayı ise şöyle sıralayabiliriz: zaman zaman limonlu bakla ezmesinden yaptırır, gül reçeli sever, meyvelerden kavunu tercih eder, fıstık ve tuzlu leblebiye bayılırdı.
Köşkte hazırlanan yemekleri tüketen Atatürk’ün sofrasında büyük bir çeşitlilik mevcut değildi.
Özellikle farklı şehirlere yaptığı gezilerdeki yöresel yemeklerden tatmayı çok seven Atatürk Kırşehir’de yediği su böreğini hiç unutmadı.
Sunulan bilgilere göre Mustafa Kemal Atatürk’ün halsiz düştüğü günlerde tükettiği tatlı ise ya Yanya tatlısı ya da irmik helvası oluyordu.
Mustafa Kemal’in sofrasına baktığımızda gösterişten uzak, sade tercihler yaptığını görüyoruz. Bunun en büyük nedeni ise Atatürk’ün devletini ve milletini her şeyin önüne koyması, varlığa kavuşmasını istediği tek şeyin ise milleti olmasıdır. Kendi hayatındaki sadeliği, onun asıl hedefinin daha faydalı bir vatanperver olmak için canla ve başla çalışmasındandır.
Enginarı hiç yiyemedi
Mustafa Kemal Atatürk enginarın tadını hiç öğrenemedi. Hastalığından dolayı yattığı sıralarda sebzenin karaciğere iyi geldiğini duyunca pişirilmesini istedi . Ama ne yazık ki bu isteğinden kısa bir süre sonra komaya girdiği için enginarı hiç yiyemedi.
Ramazan Aylarında
Atatürk Ramazan aylarında müzikli ve eğlenceli yemeklere ara verir, özellikle kandil gecelerinde Çankaya’da Kuran-ı Kerim’den sureler okuturdu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofra Adabına Tanık Olanların Anıları
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Atatürk’ün sofrasına dair en iyi detayları çevresindeki değerli insanlardan öğrenebilmek mümkündür yalnızca. Bu değerli insanların başında ise Türk Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu gelir.
“Atatürk’ün sofrasından hepimizin ruhunda ve dimağında nice derin, tatlı ve ibret verici anılar, yaşama ve insanlığa dair, nice değerli dersler kalmıştır.”
Sabiha Gökçen
Atatürk ülke ve devlet meselelerinde önemli kararların alınması aşamasında konuyla ilgili uzman niteliğindeki kişileri köşke yemeğe davet eder,konuyu ortaya atar ve kişilerin görüşlerini sohbet ortamında dinler,gerekirse davetlilerden detaylı bilgileri sunmalarını isterdi.
Atatürk’ün sofrasıyla ilgili manevi kızı Sabiha Gökçen’in şu sözleri önemlidir:
“Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşanın sofrası asla bir işret âlemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi. Dünya ve yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk ulusunun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra.”
Falih Rıfkı Atay
Belirtilenlere göre Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrası yalnızca yemeklerin yenildiği ve kalkıldığı sofralar değil uzun uzun konuşmaların yaşandığı, akılların danışıldığı ve yol gösterici konuşmaların gerçekleştiği o özel sofralardan bir tanesiymiş. Pek çok değerli kararın da konuşulduğu bir sofra olarak görebileceğimiz Atatürk’ün sofrasına konuk olabilmenin oldukça önemli bir şans olduğunu belirtmeye gerek yok diye düşünüyoruz.
Atatürk için yemek sofraları aslında bir tartışma ve sohbet sofrasıymış. Amaç sofradan kalkıldığında ise bir karar vermek ya da konuyu derinlemesine incelemiş olmakmış.
Yemek masasının hemen kenarında kara tahta, silgi, tebeşir ve kütüphaneden getirilen kitaplar dururdu. Yemeğe katılanlar düşüncelerini bu kara tahtanın önünde tebeşirle bir şeyler çizerek ve yazarak anlatırlardı. Ayrıca her tabağın yanına bir not defteriyle kalem konurdu.
Atatürk’ün sofrası sadece Çankaya’da kurulmazdı. Dolmabahçe Sarayı’nda, Yalova’daki köşkte ve Florya Deniz Köşkü’nde de kurulan sofralar dillere destandı. Bu sofraların ana fikrini ünlü yazar Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemişti:
“Bu, bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi. Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Eski Osmanlı deyimiyle pek edepliydi.”
Halit Atay
1931-1935 arasında Çankaya Köşkü’nün aşçılığını yapan Halit Atay şunları anlatıyor:
Mutfakta toplamda 8 aşçı çalışıyorlardı. Sayıca fazlalardı, bir köşkün mutfağını çekip çevirmek kolay değildi. Bir diğer sebebi de, Atatürk Dolmabahçe’de olsun, Çankaya’da olsun, asla yalnız yemek yemezdi. Her gün bu mutfaklardan 30 – 40 kişilik yemek çıkardı. Öyle pek göremezlerdi Atatürk’ü, ama sevilip sayıldıklarını her zaman hissederlerdi. Arada bir mutfağa iner, mutlaka hallerini hatırlarını sorardı; hep güler yüzlüydü.
Atatürk’ün her sabah bir kahvaltı ritüeli vardı. Her işinde olduğu gibi, yemek konusunda da pek titizdi. Örneğin soğuk yemek yemeyi sevmezdi.
Neredeyse sabahlara kadar çalışıyordu her gün. Sabahları da Halit’in ellerinden çıkmış iki yumurtayla yapılmış beyaz peynirli omletini yerdi; bu hiç şaşmazdı. Bazen soğuksa omleti mutfağa gönderiyordu, Halit de hemen başka bir omlet hazır ediyordu. Burada yemek yapmanın keyfi bambaşkaydı onun için, her sabah iki yumurtayı kırıp peynirle buluşturmanın sevincini gökyüzüne uçurtmasını salmış bir çocuk gibi yaşıyordu.
Genellikle kahvaltısı çok sadeydi. Bir bardak soğuk ayran eşliğinde yediği bir dilim ekmek çoğu zaman güne başlaması için yeterli olurdu. Kahvaltıdan sonra koltuğuna çekilir, sigarasının eşliğinde sütlü kahvesini içerken gazeteleri okurdu. Atatürk koyu bir sigara tiryakisiydi. Günde üç pakete yakın sigara içtiği söylenir. Bu sigaralara da 15 fincan kahve eşlik ederdi.
Her gün pişen kuru fasulye
Mutfağın demirbaş yemeği, kuru fasulyeydi. Her gün sabahtan hazır edilmeye başlıyorlardı; çünkü Atatürk’ün en sevdiği yemekti ve ne zaman isteyeceği hiç belli olmazdı. Hangi mutfakta olduklarının da bir önemi yoktu. Trenle yolculuk yaparken dahi ilk kaynayan tencerenin içinde mutlaka kuru fasulye bulunurdu.
Kuru fasulye ya da başka yemekler fark etmez, hepsi için geçerli olan en önemli kural özendi. Tabaklar ayrı özenli, sunumu ayrı özenli olmalıydı. Her şey muntazam bir şekilde hazırlanmalıydı.
Atatürk’ten çekinirlerdi
Sadece aşçılar değil, tüm çalışanlar ne onu ne kadar sevseler de bir yandan da Atatürk’ten çekiniyorlardı. Asla sarsılmaz bir saygı duyuyorlardı ona, ağzından çıkacak her söz emirdi. Bir gün Bursa – Yenişehir arasındaki tren yolculuğunu şu cümlelerle anlatıyor Halit Atay:
“Bursa – Yenişehir’e trenle yola çıktık; Atatürk’ün programı var. İnip yerleşeceğiz, araba göndermişler. Yola çıktık, ama ne olduysa araba devrildi. Aşçıbaşı 150 kiloluk bir adamdı; üzerime devrildi. Neyse zar zor arabada nefes almayı başardık. Bizi çıkardılar. Ama dışarı çıktık, ‘Atatürk yemek istiyor’ diye birileri geldi. Trene nasıl yetiştiğimizi hatırlamıyorum. Meğer Atatürk kızmış, trene binmiş ve gidiyoruz demiş”.
Sonra Atatürk’ün bir bakışı bile yetiyordu. Halit’in şahit olduğu onu en çok sarsan olay, İsmail Müştak Mayakon ile ilgiliydi.
“İsmail Bey, bir gün fena kızdırdı Atatürk’ü. Hiçbir şey demedi Atatürk, sadece dönüp şöyle bir yüzüne baktı. Ama yetti İsmail Bey’e, felç geçirdi. Sebebi sadece o bakış değildi belki, ama Atatürk çok üzüldü. Yurt dışına gönderdi, tedavi ettirdi. Ancak olmadı, Türkiye’ye döndükten bir süre sonra öldü İsmail Bey.”
Kılıç Ali
Akşam sofrasıysa başlı başına bir olaydı. Bu masada her akşam düşünürler, yazarlar, sanatkârlar, bilim insanları, siyasetçiler, diplomatlar, yakın dostları yer alırdı. Bir de bu sofranın değişmeyen demirbaşları vardı: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Hasan Cemil Çambel, Yunus Nadi, Hazım Onat, Necmi Dilmen, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Reşit Galip, İbrahim Grantay, Salih Bozok, Şükrü Kaya, Kılıç Ali bunlardan bazılarıydı.
Sofrayı şef garson İbrahim Ergüven hazırlardı. İşin en zor yanı buydu. Çünkü Atatürk sofra düzeni konusunda çok titizdi. Kılıç Ali onun bu titizliğini şöyle anlatıyordu:
“Sofranın çok muntazam olmasını isterdi. Sofranın örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda, bir çarpıklık olursa bizzat düzeltir; ondan sonra sofraya otururdu.”
Kılıç, Hatay davasının sürüp gittiği günlerde geçmiş olan bir anısını da şöyle anlatmaktadır:
“Bir akşam sofrada ansızın Ankara Palas’ın altındaki pavyona gitmeye karar verdiler. Çoğu defa Atatürk, insana şaşkınlık veren böyle kararlar verirlerdi. Pavyona gittiğimiz zaman Atatürk, rastlantı olarak orada o günlerde Ankara’ya gelmiş olan Fransa’nın Suriye Fevkalade Komiseri Poçent’in de hazır bulunduğunu haber aldı. Bu haberi alınca kendileri için hazırlanan sofraya oturmadı. Salonun ortasında yeni bir masa hazırlanmasını emretti. Bu masaya Fevkalade Komiser Ponçent’i de çağırarak beni, Nuri Conker’i, milletvekillerinden Kazım Paşa’yı onunla tanıştırdı. O günlerde Hatay sorunu nedeniyle, Fransa Hükümeti’nin bazı zorluklar çıkardığı ve bu durumun Atatürk’ü üzmekte olduğu için, bilerek sofraya çağırdığı Komser’e içlerini döktüler ve ona aynen: Hatay işi benim kişisel davamdır. Dedikten sonra biraz sert bir anlatımla: Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki beni, sorunu başka türlü çözümlemeye zorunlu kılacaksınız! diye eklediler. Atatürk, bu sözleri yüksek sesle, Türkçe söylüyor ve etrafta herkes dinliyordu. Sofrada bulunan arkadaşlardan zannederim Kazım Paşa Atatürk’ün sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün, Fransız Fevkalade Komiserine karşı olan bu coşkun hitabesindeki “Beni üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz hazır bulunanlardan bir genç ayağa kalkarak heyecanlı ve gür bir sesle:
– Atatürk! Üzülme! Arkanda biz varız!
diye bağırdı.
Atatürk, birden başını sesin geldiği tarafa doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, görkemli bir görünüş almıştı. Salon bir anda derin bir sessizlik içinde kaldı. Herkes Atatürk’ün bu gencin araya girmesine sinirlendiğini sanıyordu. Halbuki tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun:
– ‘Üzülme! Arkanda biz varız!’ Sözüne karşılık vererek:
– Biliyorum çocuğum. Onu bildiğim için böyle konuşuyorum!”
Ruşen Eşref Ünaydın

Atatürk’ün özellikle akşam yemeklerinde içkiyi çok kullandığı iddialarına gelirsek;
Mustafa Kemal içkiyi sevdiğini, fakat içki bağımlısı olmadığını net bir şekilde ifade etmiştir. Ruşen Eşref Ünaydın bir anısında Atatürk’ün kendisine aşağıdaki sözleri söylediğini belirtmiştir:
“İçkiyi severim fakat istediğim zaman bunu keserim. Vazifem esnasında bir damlasını dahi ağzıma koymam. Vatan işlerine içki karıştırmam. İçki ve vazife ayrı şeylerdir”.
Bu sözler Atatürk’ün içki ile arasındaki mesafeyi koruyabildiğini açıkca göstermektedir.
Atatürk özellikle o ünlü “NUTKUNU” hazırladığı üç ay boyunca ağzına bir damla içki koymamış, inatla ve sabırla “nutuğunu” bitirmiştir.
Son olarak Mehmet Yaşin’in Hürriyet Gazetesi’nde Atatürk’ün sofrası hakkında yazdığı köşe yazısına bakalım.
Atatürk sofradan yarı aç kalkardı / (Mehmet Yaşin)
Konuya evirip çevirmeden girmekte yarar var: Atatürk sofrayı severdi ama yemekle arası hiç yoktu. Yani moda deyişle ‘gurme’ değildi. Onun için sofra, bilgi alışverişinin yapıldığı bir toplantı yeriydi.
Atatürk’ün sofrasının en önemli özelliğiyle başlayalım: Yemek masasının bir kenarında kara tahta dururdu. Yemeğe katılanlar düşüncelerini bu kara tahtanın önünde tebeşirle bir şeyler çizerek ve yazarak anlatırlardı. Ayrıca her tabağın yanına bir not defteriyle kalem konurdu.
Atatürk’ün sofrası sadece Çankaya’da kurulmazdı. Dolmabahçe Sarayı’nda, Yalova’daki köşkte ve Florya Deniz Köşkü’nde de kurulan sofralar dillere destandı. Bu sofraların ana fikrini ünlü yazar Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemişti:
“Bu, bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi. Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Eski Osmanlı deyimiyle pek edepliydi.”
Mutlaka Kuru Fasülye ve Pilav
Atatürk’ün akşam sofrasına gelmeden önce diğer öğünlerine de bir göz atalım. 1931-1935 arasında köşkün aşçılığını yapan Halit Atay’a göre kahvaltıda favori yemeği, iki yumurtalı beyaz peynirli omletti. Genellikle kahvaltısı çok sadeydi. Bir bardak soğuk ayran eşliğinde yediği bir dilim ekmek çoğu zaman güne başlaması için yeterli olurdu. Kahvaltıdan sonra koltuğuna çekilir, sigarasının eşliğinde sütlü kahvesini içerken gazeteleri okurdu. Atatürk koyu bir sigara tiryakisiydi. Günde üç pakete yakın sigara içtiği söylenir. Bu sigaralara da 15 fincan kahve eşlik ederdi.
Öğle yemekleri de kahvaltı kadar sadeydi. Genellikle kuru fasulyeyle pilav yerdi. En sevdiği yemek bu ikiliydi. Bu sevgisini “askerden kalma bir alışkanlık” diye açıklardı soranlara. Fasulyeyi her öğün yiyebilirdi. Gece yarısı, sabaha karşı, öğle ve akşam. Onun için mutfakta fasulye tenceresi eksik olmazdı. Arada bir de karnıyarığı veya etli taze bamyayı, pilavla karıştırarak yediği olurdu. Tabii yanında yoğurdu eksik etmezdi. Çok sık olmamakla birlikte arada bir ıspanaklı börek ısmarlardı. Bu börek ona annesini ve Selanik’teki çocukluğunu hatırlatırdı. Böreğin yanında mutlaka soğuk ayran içerdi.
Koca Atatürk, böylesine mütevazı bir damağa sahipti. Akşam sofrasıysa başlı başına bir olaydı. Bu masada her akşam düşünürler, yazarlar, sanatkârlar, bilim insanları, siyasetçiler, diplomatlar, yakın dostları yer alırdı. Bir de bu sofranın değişmeyen demirbaşları vardı: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Hasan Cemil Çambel, Yunus Nadi, Hazım Onat, Necmi Dilmen, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Reşit Galip, İbrahim Grantay, Salih Bozok, Şükrü Kaya, Kılıç Ali bunlardan bazılarıydı.
Sofrayı şef garson İbrahim Ergüven hazırlardı. İşin en zor yanı buydu. Çünkü Atatürk sofra düzeni konusunda çok titizdi. Kılıç Ali onun bu titizliğini şöyle anlatıyordu:
“Sofranın çok muntazam olmasını isterdi. Sofranın örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda, bir çarpıklık olursa bizzat düzeltir; ondan sonra sofraya otururdu.”
Akşam Sofraları Uzun Sürerdi
Akşam sofrası, Atatürk’ün hoş geldin konuşması ve kadeh kaldırmasıyla başlıyordu. En sevdiği içki, meşe fıçıda hafif sararıncaya kadar dinlendirilmiş rakıydı. Bu rakı onun için özel olarak damıtılırdı. Rakıyı yudum yudum, keyfini çıkara çıkara içerdi. Sofranın olmazsa olmazı sarı leblebi mutlaka iyi fırınlanmış olmalıydı. Mutfaktaki tavalarda ısıtıldıktan sonra servis edilirdi. Yoğurt, limonlu fava, üstüne zeytinyağı gezdirilmiş haşlanmış kuşkonmaz da masadan eksik olmayan mezeler arasındaydı.
Enginarı hiç yememişti. Hastalığının ilerlediği bir dönemde bu sebzenin karaciğere iyi geldiğini öğrenince pişirilmesini istedi. Ama maalesef ki bu siparişten kısa bir süre sonra komaya girdiği için enginarın tadını hiç öğrenemedi.
Akşam sofrası genellikle gecenin ilerleyen saatlerinde son bulurdu. Bazen günün ilk ışıklarına kadar sürdüğü de olurdu. Sabah sona eren akşam sofrasından kalkarken “Arkadaşlar, hükümet uyandı hadi biz artık yatalım” dediği rivayet olunur.
Dimitripolo Şişeleri
Sabaha kadar süren sofralardan birini Cemal Granda şöyle anlatır:
“O gece yemek sabahın beşine kadar devam etmişti. Çokluk geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağa giremezdi. Saat 11’den sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer balkondan içeri girmeye başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitripolo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo’dan Atatürk de arada bir yarım kilo içerdi.”
Atatürk gerçek bir insan olduğu için saklanmadan, gizlenmeden eğlenmesini de çok severdi. İstanbul’dayken gecenin geç saatlerinde, bazen Beyaz Rus Madam Vera’nın Beyoğlu’ndaki Rose Noire adlı gece kulübüne ya da Garden Bar’a giderdi. Bir seferinde masasına gelen Madam Vera, zor durumda olduğunu belirtip bankanın kendisine kredi vermediğinden yakındı. Atatürk, ortağı olduğu İş Bankası yönetimine bir not yazıp bu sorunun çözülmesini istedi. Ertesi gün fısıltı gazetelerinin manşetlerinde “Atatürk fahişelere kredi dağıtıyor” başlıkları atıldı. Aslında İş Bankası, Atatürk’ün notuna rağmen Madam Vera’ya o krediyi vermemişti.
Yemekle Arası Çok İyi Değildi
Atatürk’ün sofrasına birçok eli kalem tutan kişi katılmışsa da, yazılan anılarda yenen yemeklerden pek söz edilmemiştir. Hemen herkes bu sofraların politik yanını vurgulamıştır. Onun için bu ünlü sofraların üstüne konan tabakların içindeki yemekler hakkında ayrıntılı bilgi bulmak kolay değildir.
Yazıyı özetlersek: Atatürk’ün sofrasında krallara layık yemekler bulunmazdı. Atatürk’ün yemekle arası da iyi değildi ve masadan yarı aç kalkardı. Tam bugünkü diyetisyenlerin önerdiği gibi.
Bugün rakınızı sarı leblebi eşliğinde içmeniz dileğiyle.
Konstantin İzmir’i niye aldı?
Atatürk’ün rakıyla ilişkisine dair anekdotlar boldur. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı İzmir anısı da bunların en bilinenlerinden biri. Atay’a göre Atatürk, yanında subaylar olmadan tek başına İzmir’i gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli Kramer’e gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek başına gördükleri Mustafa Kemal’i başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca ortalığı bir telaş almış ve hemen Atatürk’e terasın baş köşesinde yer hazırlanmış. Atatürk rakısını söylemiş. Bir süre güneşin batışını izlemiş. Sonra yanında bekleyen Rum şefe sormuş:
– Kral Konstantin bu otele gelir miydi?
– Gelirdi paşam.
– Güneşin batışını izleyerek rakı içer miydi?
– Hayır paşam.
– Peki o zaman neden İzmir’i almak istemiş ki!
Uşağının anıları
Kitabın adı ‘Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri’… Atatürk’ün uşağının adıysa Cemal (Çelebi) Granda. 1927’nin temmuz ayından ölüm tarihi olan Kasım 1938’e kadar 12 yıl Atatürk’ün sofracılığını yapan Granda’nın anıları bizim söylediklerimizi de doğrular nitelikte:
“Yemeğe pek düşkün değildi. Ağırlıklı olarak çerez yerdi. Meyveye ise dönüp bakmazdı bile.”
Gazi ve rakıyla ilgili tespitiyse şöyle:
“Rakı ile olan muhabbeti bilinir. Türk geleneksel siyasetçileri gibi ne içtiğini ne yediğini saklamamıştır kamuoyundan. Bu konuda hiç ikiyüzlü olmamıştı.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün sofralarından bazı fotoğraflar
Derleyen: Salih Gümüştaş