
Sen benim hiçbir şeyimsin
yazdıklarımdan çok daha az
hiç kimse misin bilmem ki nesin
lüzumundan fazla beyaz
Attila İlhan
“Ne zaman insan ruhunun karanlıklarına eğilecek olsam, orada benden önce bir şair buluyorum.” Kelime dizgisinde yanılma ihtimalim olsa da, söylediğinin muhtevası buydu Freud’un.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Stefan Zweig
Yazdığı şiirlerin yanı sıra, bir hikayeci ve romancı, bir biyografi yazarı olan Zweig; insan psikolojisinin gizli dehlizlerinde dolandığı metinleriyle, Freud’un söylemine en uygun yazarlardan biri… İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” (Brief einer Unbekanten) adıyla dilimize çevrilen kitap, erkeğinin hiçbir şeyi olduğunu kabullenerek seven, lüzumundan fazla beyaz bir kadının öyküsünü anlatıyor.
Olay örgüsü, sarsıcı bir girişle; ünlü yazar R.’ye, nereden ve kim tarafından gönderildiği meçhul olan bir mektupla başlıyor. “Çocuğum dün öldü -üç gün ve üç gece boyunca o küçücük, pamuk ipliğine bağlı hayat uğruna ölümle savaştım, kırk saat süreyle, grip onun zavallı, sıcak vücudunu ateş nöbetleriyle sarsarken, yatağının yanında oturdum. Yanan alnına serinletici bir şeyler koydum, onun o tedirgin, küçücük ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü akşam çöktüm.Gözlerim artık tükenmişti, ben farkına varmadan kapandı. Üç veya dört saat boyunca sert sandalyede uyuyakaldım ve bu arada ölüm onu benden aldı… Biliyorum, biliyorum, çocuğum dün öldü –şimdi artık yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen…”(sayfa:2-3)
Bilinmeyen kadın, mektubunu hazin bir vedayla nihayete erdirse de, bu son; intiharla biten türdeş eserlere nazaran, okuru alt üst eden, onu silkeleyen bir etki yaratmayacaktır. Aksine okur için, bir nefes alıştır bu… Hikayede okuru sarsan ana unsur, ünlü yazar R.’nin tanımadığı bu kadından, yanı başında ölü halde olduğunu öğreneceği bir çocuğa sahip olması, onu daima seven kadının ve kendi kanından bir çocuğun varlığını öğrendiği an; onları ebediyen kaybettiğinin de ayırdına varmasıdır. İntihar, okur için bir nefes alıştır; zira o safhaya kadar Zweıg, gerilim yaratmadaki ustalığıyla deyim yerindeyse okurun zihninde bir anafor oluşturur.
Söz konusu öykü, Zweıg’ın ölümünden önceki son eseri olan ve Türkçe’ye “Satranç”(Can Yayınları,1997) olarak çevrilen kitabı kadar bireysel gerilimin tırmandığı bir psikoloji yaratmasa da, yazarın zaman zaman diğer eserlerinde de başvurduğu geri dönüş tekniği sayesinde; okuyucuda bir merak uyandırmaktadır. Okur, okuma yolculuğunun sonuna değin; meçhul kadının duygusal devinimini kavramaya çalışır. Kadın, yazar R.’ye kimliğini; ancak ölüm anında yazdığı mektupla açıklayacaktır:
“…Bana adımı, nerede oturduğumu sormadın; senin için tekrar yalnızca serüvendim, adsız olandım, unutuşun sisleri arasında bütünüyle eriyip giden ateşli saatlerdim. Bu defa çok uzaklara yolculuk yapacağını, iki veya üç ay için Kuzey Afrika’ya gideceğini anlattın; ben ise mutluluğumun ortasında titredim, çünkü kulaklarımın içinde yankılanmaya başlamıştı bile: geçti, geçti gitti ve unutuldu! O anda en çok yapmak istediğim şey, önünde diz çöküp şöyle haykırmaktı: -Beni de yanına al, yanına al ki, nihayet bunca yıldan sonra nihayet beni tanıyabilesin!- Ancak senin önünde öylesine ürkek, öylesine korkak, öylesine köle ruhlu ve zayıftım ki, sadece şöyle diyebildim: -Ne kadar yazık!- Sen de bana gülümseyerek baktın: -Gerçekten üzülüyor musun buna?” İşte o zaman vahşileştim. Ayağa kalktım, sana baktım, uzun süre gözlerimi senden ayırmadan baktım. Sonra şöyle dedim: -Benim aşık olduğum erkek de, hep yolculuğa çıkardı!- (sayfa:50)
1881 yılı Kasım’ının soğuk bir gününde, kendi iradesi dışında dünyaya gelen Zweig; 23 Şubat 1942’de hayatına son vermiştir. Bu intihar, yarattığı roman karakterinin şahsi umutsuzluğundan farklı olarak, toplumsal bir umutsuzluğun sonucudur. Hitler Almanya’sının hüküm sürdüğü bir çağda, insandan doğan hayal kırıklığının sonucu… Notos Dergisi’nin, Aralık-Ocak sayısında yer verdiği “Edebiyatta İntihar” dosyasında Faruk Duman; “Dünyayı Geride Bırakmak” başlıklı makalesiyle, Zweıg’ın intiharını şöyle yorumlar:
“Aydının tasarlanmış intiharı, dünyanın gidişine yönelik güçlü bir yanıt değil midir? Zweig’ın bitmek bilmeyen savaşa verdiği yanıt gibi. Kendi kişisel umutsuzluğunu, güçlü bir yanıta, bir direnişe, giderek bir kavrama –Zweig’ın intiharı kavramına- dönüştürmüştür.”
(Notos,sayfa:22)
Gerek yaşamı ve kişiliğiyle, gerekse de edebi üretimiyle tıpkı yazdığı biyografi kitaplarından birinin Türkçeleşmiş adı gibi, kendi hayatının şiirini yazan bir yazardır Zweıg. “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” kitabının Sonsöz bölümünde, kitabın çevirmeni Ahmet Cemal; Zweıg’ı Zweıg yapan tarihi atmosferi akıcı bir üslupla özetlerken, “böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?” diye sorarak, okura bir de tartışma konusu açar. Bu soruya ilave yapmak suretiyle, tartışmayı genişletmek de mümkün… Bireyin psikolojisi ile bu denli ilintili olan yazar, her ne kadar kurgu da olsa; aşkın psikolojisini temel alan bu eseri 1922 yılında değil de, içinde bulunduğumuz tüketim çağında kaleme alsaydı acaba nasıl yazardı? Yanıtı size bırakıyorum; saygıdeğer okur.
(Stefan Zweig, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Türkiye İşBankası Kültür Yayınları, Çev:Ahmet Cemal, sayfa:62)
Dağhan Dönmez
daghan_donmez@mynet.com