2024/04/19

“Yaşam,çok zalim bir öğretmendir.Önce sınav yapar,sonra dersi verir.”
-André Gide

Adını edebiyat dünyasına hiç silinmemecesine kazıyan André Gide, 1869 yılında Paris’te dünyaya geldi, 1947’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı ve 1951’de de hayata gözlerini yumdu.

Isabelle
André Gide ailesinin zenginliğine karşın,  her tabakadan, özellikle de ezilen, sömürülen, yaşlı, açlık çeken, toplumdan dışlanmış insanı; sanayileşme sonucu kirlenmesine karşın doğayı; doğadaki diğer tüm canlıları; kısacası her şeyi ile dünyayı sevmiş ve bu sevgisini de öykülerinde okuyucularına açık bir şekilde hissettirmiştir. Bencilliğin her bakımdan nefret edilecek bir şey olduğunu dile getiren André Gide,
“Bırakın bizi, sevgilerimiz, mümkün olduğu kadar çok yaşayalım!”
(André Gide, Günlük, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s. 28) yazarak sevgiyi ne kadar çok sevdiğini ve sevmemiz gerektiği düşüncesini kaleminden sayfaya dökülen mürekkep ile şekillendirerek haykırır.
İsabelle
André Gide, 82 yıllık yaşamı boyunca  edebi, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı hiçbir zaman kayıtsız kalmadı. Toplumun geniş kesimince benimsenen genel ahlak anlayışının karşısında cesurca durarak bireysel özgürlüklerin savunuculuğunu yaptı.  Ancak bu cesareti Katolik kilisesi tarafından cezalandırıldı ve kilise André Gide’in eserlerini 1952 yılında yasak kitaplar listesine koydu.

Fransız yazarın yerleşik değerleri sorgulamasına neden olan şey belki de kendisinin eşcinsel eğilimlerinin olmasıydı. 1924 yılında Corydon adlı homoseksüelliği savunan bir kitap yayımlayan Gide’in “Din ve aile ilerlemenin en büyük düşmanlarından biridir” demesi de toplumun kalıplaşmış değer yargılarına ne kadar eleştirel bakabildiğini gösteriyor.

Corydon
19’uncu Yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist ve ahlakçı yazarı olan Gide,  özgürlüğü kısıtlayıcı kurum olarak gördüğü kiliseyi eleştirdiği gibi Afrika’ya yaptığı yolculuklar sırasında gördüğü dışlanan ve ezilen insanlardan etkilenerek sömürgeciliği de eleştiren yazılar yazdı. İçinden taşıp eserlerine dökülen bu duygularının tesiri ile komünizmi felsefi ve edebi bir dille savundu. Ancak kendisinin komünist olduğunu açıklamasına rağmen, 1936’da gerçekleştirdiği Sovyetler Birliği gezisinden sonra bu düşüncesinden vazgeçerek  düşündüklerini şöyle dile getirdi: “Netice şu: Ortada komünizm yok, sadece Stalin var!”  André Gide sosyalizme ilkin heyecanla sarılmış, sonra da aynı heyecanla sosyalizmden vazgeçmiş bir yazardı.
Bu kural tanımaz yazarın yazınsal yapıtları incelendiğinde Gide’in üslubundaki açıklık ve duruluğun, kitaplarında ortaya koyduğu kaygı ve düşüncelerinin karmaşıklığıyla tam bir çelişki halinde olduğu görülür. Eserlerinde kullandığı açık ve duru bir anlatım ile aktardığı karmaşık düşünceler yazarın âdeta ustalığını kanıtlar niteliktedir.
  Sait Faik Abasıyanık       Ahmet Hamdi Tanpınar        Peyami Safa
Çağının aydınları üzerinde büyük etkisi olan André Gide’in Türk edebiyatında da etkileri görülebilir. Bu etki ile en çok Sait Faik Abasıyanık öykülerinde karşılaşırız. Ahmet Hamdi Tanpınar Görüş Dergisi’nde
“Bugünün gençleri Dar Kapı’yı okumalıdırlar. Gündelik arzu ve emellerin içinde kararan ruhlar, bu kitapta derunî güzellikle­rin zevkini bulacaklar, özenme ve imrenmenin yerine büyük ihtira­ların yıkıcı azabıyla karşılaşacaklar.”
yazarak Gide’in eserinin okunmasının ne kadar elzem olduğunu belirtmiştir.Peyami Safa da bazı yazılarında Gide’i Fran­sız edebiyatının önemli, çığır açmış romancıları arasında saymış­tır.
Isabelle
Yapıtlarının pek çoğu Türkçe’ye de çevrilmiş olan Gide’in “Isabelle” isimli kısa romanı platonik bir aşk hikâyesini anlatıyor. Kısa ama etkileyici olan bu aşk hikâyesinde Gérard, kütüphanesinde Bossuet üzerine araştırmalar yapmak üzere davet edildiği Quartfourcheta’da, Casimir adlı küçük bir çocukla tanışmıştır. Gérard, çocuğun sadece resmini gördüğü annesine, önleyemediği bir tutkuyla bağlanır.
“Bir anda onunla dolup taşan düşüncelerim sayesinde sıkıntıdan uzaklaşıyordum; şu son günler kanatlanıp uçarcasına geçmişti ve ben haftanın daha şimdiden sona ermesi karşısında şaşırıyordum.” cümleleri ile Gérard’ın kendi içinde gizlice yaşadığı aşka ne kadar çok bağlandığını okuyucuya hissettirir André Gide.
Gérard sırf Isabelle’in gizemini çözebilmek amacıyla Quartfourche’ta bir kaç gün daha kalmaya karar verdiğinde; rahipten, diğer hizmetkarlardan ve Casimir’den Isabelle’le ilgili öğrendiği bilgi kırıntılarıyla Isabella’e olan merakı zamanla karşı konulamaz bir tutkuya dönüşür. Isabelle’in zaman zaman geceleri sessizce Quartfourche’a geldiğini öğrendiğinde Gérard, ‘bu gece onu görebilirim’ düşüncesine inanacak kadar safça bir aşkla bağlanmıştı Isabelle hayaline. Bir sabah koruda dolaşırken kendi kendine;
“Sevgi nedir daha bilmediğimden onu sevdiğimi sanıyor; sevdiğim için mutlu; sevinç içinde kendimi dinliyordum,” 
diyordu Gérard. Ancak geçen zamanın ardından Isabelle ile tesadüfen karşılaşan Gérard, aslında Isabelle’in düşündüğü Isabelle olmadığını içi acıyarak öğrenir.
Isabelle
Gérard’ın ağzından anlatılan romanın sonlarında geçen o düşündüren satırlar şöyledir:
“…Bu şiirsel bayağılık karşısında duyduğum tiksinti, mide bulantısı aşkı ruhumdan kovan şey oldu. Ondan izin istemek üzere ayağa kalktım.
-Nee! Bu kadar erken mi gidiyorsunuz?
-Ne yazık ki! Sizden ayrılmamın daha doğru olacağını siz de hissediyorsunuzdur. Bir düşünün, geçen yıl sonbahara ailenizin yanında, Quartfourche’un rehaveti içinde uykuya dalmış, bir rüyaya tutulmuştum, şimdiyse o rüyadan uyanmış bulunuyorum. Elveda.”
İşte, kitabın en vurucu kısmı kanımca bu satırlardır. Eğer tutkulu aşık Gérard’ın neden Isabelle’den bu denli soğuduğunu merak ettiyseniz bu akıcı kısa romanı okumalısınız!
(Can Yayınları, André Gide, Isabelle)

Yorum Yapmasam Olmaz :)