İstanbul…
Resmi kaynaklarda yazana göre 14,8 milyon kişi her sabah İstanbul’da uyanıyor ve her gece yine bu şehrin bir köşesindeki -tahminimce de aşağı yukarı hep aynı- yatağında yeniden uykuya dalıyor. Bu sayı artıyor, azalıyor, dağılıyor; sayıyı oluşturan dişi ve erkek noktalar gün içinde defalarca yer değiştiriyorlar, motorlu ve motorsuz, uçan ve yüzen taşıtlar içinde.
Milyonlarca atom, artık kendilerine yetersiz gelen bir kavanozun içinde, çarpışıp duruyorlar.
Nefes alamıyorlar.
Ait olamıyorlar.
Kök salamıyorlar.
Kök salanlarda artık ait olmadıkları bir dünyanın ayakları altında acımasızca çiğnenip duruyorlar.
İstanbullu olmak, İstanbullu olmamak, İstanbullu olamamak, babanın babasının nereli olduğu muallakta kalıyorsa İstanbullu olamaz olmak, İstanbullu olmak istememek, İstanbul’dan gelmek, İstanbul’a dönmek, İstanbul’dan kaçmak, İstanbul’da yaşamak, İstanbul’da hayatta kalmak…
Giderek betonarme bir canavara dönüşen ve üzerine ayak basanları doyurabilmek için kendi kendini kemirip tüketen bu şehirde dünyaya gözlerini açanlar ve kaç kuşaktır İstanbullu oldukları hep şüpheyle karşılananların uzun tartışmaları bugünlük bir yanda dursun. Biz adamı şair yapan Boğaziçi’ne, hakkında tomarla kağıt doldurtan Boğaziçi Medeniyeti’ne bakalım. Ve sanki mehtaplı bir gecede Aphrodite ve Poseidon buluşmuşlar da Boğaz’ın köpüklü dalgalarından inşa etmişler gibi duran o yalılara…
Bırakalım, Abdülhak Şinasi Hisar beyefendi anlatsın.
“Boğaziçi Mehtapları”
-Evet, sayın Hisar sizi dinleyelim.
Bu asrın ilk yıllarında Boğaziçi – en çok hatıra getirdiği eski Venedik gibi- sanki bir göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine mahsus âdetleri ve zevkleri olan büsbütün hususî bir âlemdi. Barındırdığı bir çok an’aneler kendine hâs tabiatının hususiyetlerine katılarak ona, bazı kısımlariyle eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, hususî bir medeniyet kurmuş oluyordu.
Her sene, zamanı gelince; İstanbul’un birçok semtlerinden Boğaz’ın mahallelerine göçler başlardı. Boğaziçi’nin kenarlarına yapılmış ve hâlâ kısmen olsun eski erkân sedirleri, kerevetler üstünde şilteler ve halılar üstünde yer minderleri gibi eski eşyalarla döşenmiş geniş gönüllü yalılara taşınılırdı. (sf.9-10) O zamanlar Boğaziçi’nin, hattâ kendine mahsus ıstılahları bile vardı.
-O dönemde Boğaziçi’nin kendine özgü bir jargonu bile vardı, demek. Örnek verebilir misiniz?
Meselâ “mehtap” demek, mehtaplı bir gecede Boğaziçi’nde dolaşan bir kayıkta saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti demekti. “Valde Paşanın mehtabı” demek bu saz âlemini onun tertib ettiğini söylemekti. “Mehtapçılar” demek de bu gezintiye iştirâk edenler demekti.
“O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler!”
-Bahsettiğiniz dönemde yalıların durumu nasıldı? Biz artık “yalı, konak, köşk” kelimelerinin arasındakini anlam farkını ayırt edebilmekten aciz bir nesiliz. Rica ederim, yalıları anlatın bize. Aydınlatın bizi.
Biz de bu yalı, kayık, Boğaziçi hayatını o kadar tabiî bulurduk ki bunların hususiyetleriyle alakalanmak hatırımızdan geçmezdi. (sf. 14-15)
O zamanlarda Boğaziçi’ndeki harem ve selâmlıklı eski saraylarıni eski büyük vükelâ yalılarının, eski büyük korularda gizlenen köşklerin, limonlukların, serlerin, kameriyelerin birçokları yıkılmış, yıkılmağa yüz tutmuş, birçok büyük yalıların da ancak harabeleri ve hâtıraları kalmış, yahut bu bile kalmamıştı. İçlerine artık bir daha dönmiyecek geçmiş servet ve saadetlerin hâtıraları tüten eski birçok yalılar ve köşklerse büyük hulya mahlûkları ve sükût mâbetleri gibi, şimdi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber, yine yerli yerindeydi. (sf.15)
Artık tedavilerine imkan olmayan bu yalılar ölüme razı olmayan bütün vücutlar gibi, bilinmez neyi, bilinmez şeyleri bekliyorlardı. Bu eski yalıların birçoklarının görünüşlerinde, yüzlerinde artık ihtiyarların o an için için durgun, dalgın, fersiz, hep maziyi saklayan, devirden arta kalmış şikayetli, somurtkan ve ölgün yüzlerinde ve gözlerindeki manâlar peyda olmuştu. Bunlar, belki, köklerinden başlayarak için için kurumağa yüz tutmuş o susuz kalmış, ihtiyarlamış, ömürlerini bitirmiş ağaçlar gibi tâ temellerinden sızlayarak için için göçmeğe koyulmuşlardı. (sf. 15-16)
Eski büyük yalılar Osmanlı imparatoluğunun küçücük birer minyatürü gibiydiler. Burada her cins adamlar yalının müşterek hayatından istifade ederlerdi. Dadı Çerkes, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlâtlık Türk, sütnine melez, kâhya kadın Rumelili, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olur; müslüman, hıristiyan bu unsurlar bu çatı altına toplanarak imparatorluk içindeki anlaşmayı ve anlaşamamazlığı ve yaşayışı burada devam ettirirlerdi. (sf. 19)
Boğaziçi ahalisinin müslüman olmayan unsurları içinden o zaman bu hayatın an’anelerine, zevklerine, hülâsa medeniyetine iştirak edenler de çoktu. Müslüman olmayanlar da o zaman millî kültürümüzün daha ziyade tesiri altındaydılar.(sf. 19)
Boğaziçinin Anadolu ve Rumeli sahillerindeki bütün yalıların sahiplerini burada herkes tanırdı. Gıyaben olsun birbirlerini tanıyan bu Hanımların, bu Beylerin en çokları kendi haklarında fısıldanan rivayetlere alâkalanmakla beraber, yine birbirlerini takdir etmekten ve incitmek istememekten geri kalmazlardı. Hepsi de karşılıklı bir iyilik ve bir terbiyeden istifade etmekteydiler. Bu müşterek duygu ve anlayış birçok sevkleri birleştirir ve bir topluluk meydana getirirdi.(sf. 21)
O zamanlarda, dünyanın medeniyet bakımından meşhür birçok eski şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul ve Boğaziçi’nde de, daha münzevîi daha uhrevî bir hayat yaşanırdı. İşte zamanın bütün yoksullukları arasında yaşanan bu hayatta iki his, şefkatli birer ilâh gibi, bu ruhlara muhtaç oldukları şiiri bol bol sunuyordu. Bunların biri tabiat (ve burada Boğaziçi) sevgisiydi, öteki de o zamanki hayatımızda yeri ve kıymeti âdeta bir kanunu esasî kadar mühim olan musiki (yani saz) iptilâsıydı. (sf.36)
Saz dinlemek eski zamanın kabuğundan soyulmuş meyvasını yemek gibi, kokusunu, lezzetini tatmak ve bu zamanı tekrar yaşarcasına hatırlamak oluyor. Zaten hatırlamak her zaman biraz tekrar yaşamak değil midir? Mazimiz, hatırlıyabildiğimiz nisbette, tekrar tekrar yaşıyabildiğimiz hayatımızdır.
Musiki millî şuurun en aşikâr sırlarından biri sayılmalıdır. Bilhassa bir teganni fakat ince ve yüksek bir sanat eseri olan saz da milliyetimizin bir hususiyetidir. Şarkın en Garplı öğreticisi olan İstanbul, Şark musikisini birçok inceliklere vardırmış ve onu kendi edasının hususiyetleriyle bezemiştir. (sf. 54-55)
“Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık.”
– Peki ya mehtap? Çıkar mıydınız her gece mehtaba gerçekten?
Mehtaba çıkılan geceye başka bir sazın tesadüf etmemesi lâzımdı. Bir gecede ayrı ayrı dolaşarak birbirlerinin seslerini bozabilecek, rakip gibi karşılaşacak ve sazı takib eden kayık ve sandal kafilesini ayıracak iki saz takımının dolaşması o zamanki Boğaz için bir rezalet olurdu. (sf. 77)
O zamanlarda Boğaziçi geceleri kandil, mum, lâmba gibi mehtabın akrabası hafif, ve yumuşak eski ışıklarla aydınlanırdı. Mehtabın, şüphesiz, daha dokunulmamış bir büyüklüğü, el sürülmemiş bir temizliği, eşsiz bir tabiîliği vardı. (sf. 166)
-Sizce, yalılar hissetmişler miydi soylarının yakında kırıma uğrayacağını?
Elbette. Bu büyük yalıların bazıları, evlâtları tarafından ihmal edildiklerini duymuşlar, kalpleri tamamen iyilik kesilmiş ihtiyarlar gibi, gözleri şefkat yaşlariyle sulanarak onlara:
“Beni unutuyor musun?”
diye sormuşlar ve gönülleri muhabbetle titriyerek alacakları cevabı beklerken torunlarının kendilerinden kaçtıklarını görmüşlerdi. Meleklerin ihanetine uğramış ruhlar gibi, onlar şikayeti dinlerine muhalif bularak, susuyorlardı. Fakat eski ihtişamlarının geçmiş olması bir çok yalıların azametlerine hâlâ dokunmamıştı. Mehtap gecesinin birbiriyle kucaklaşan zayıf aydınlıklariyle yumuşak karanlıkları içinde gûya hâlâ sular onların geçmiş hayatlarını söylüyor; ay eski hatıralarını aydınlatıyor ve gölgeler onları hala geçmemiş bir zaman içine sarıyordu. Görünüşleri düşünebileceklerinden ve sükutları söyleyebileceklerinden üstün şeyleri ifade eden eski zaman hanımları gibi bütün bu yalıların da ermiş bir halleri vardı. Biz acaba bugün görmüş binalarda bir nevi ruh belirdiğine şahit olmuyor muyduk?
Zaten hemen her bina içinde yetiştiği tarihin bir parçasıdır. Tıpkı durmuş bir saat gibi hep içinde kaldığı zamanı gösterir. Onda ancak bu geçmiş zamanın kalbi duyulur. Gündüzleri insan kendi hesaplariyle daha ziyade meşgulken bile Boğaziçinde vapur veya sandalla önünden geçtiği ve hatta en küçük bir yalının mırıldandığını ve kendisine bir şey söylediğini duyar. (sf.179)
Daha onları dinlesek, bize kimi Evliya Çelebi gibi hikayeler anlatacak, kimi Nedim gibi şiirler söyliyecekti.(sf.180)
-Geçmişi anlamak isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimeti, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki, o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükut, gramafonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otosbüs, tramvay gürültüleri ile delik deşik olarak gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlar içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki, bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik, bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Sükuta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabiî ve hemen daimî iklimimizdi. Sükut, esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız sessizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.
Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükuttan öyle mahrumuz ki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım. (sf.193)
Herhangi bir cemiyete tarih göziyle değil de, kandi zavallı fani gözlerimizle bakarsak ve hele onun içinde yaşamış olduğumuzu hatırlarsak onun lezzeti gönüllerin aşkiyle ölçülebileceği kanaatine varırız. (sf.219)
Şüphe yok, en çoğu İstanbullu olan ve bazılarında İstanbul mahallelerinin ismi geçen ve birkaçı da bu semtlerin hususiyetlerini taşıyan bu şarkılarda bütün tabiat, temayül ve zevkimiz tetkik olunabilirdi. Bunlar hep gönüllerimizi sızlatan hislerin mırıldanışları, söylenişleri, haykırışlarıydı. Bir sünger nasıl içine batırıldığı suyu emerse bu şarkılar da etraflarında yaşanan hayatı sanki böylece çekmiştir. (sf.223)
Meğer son ihtişamlarını yaşadığımız bu şark alemine daima muhalif bir zihniyetteydim. İçimde sıralanan tarizlerin mantığını dinlerdim. Kendimi bu alaturka lezzetlere kaptırmazdım. Fazla şarklı ve Asyalı bulduğum bu adetleri beğenmez ve sevmezdim. Tecrübesizliğin amansız olduğu bir yaştaydım ve tecrübesizliğim içinde yüzdüğüm medeniyetin kıymetli bir çiçek açma hadisesi olduğunu takdir etmeme maniydi. (sf. 259)
Hususi medeniyetimizde milli şekil mucizesi bütün teferruatiyle tamamen teşekkül etmişti. Ancak yaşadığımız ince ve muhteşem asırların tarihi henüz iyice yazılmamış ve dünya karşısında Türkün kendi kendisi için yapacağı şahadet adam akıllı yapılamamıştır. Milliyetçiliği takdis etmesini dilediğimiz milletimizin asıl mukaddes kitabı olacak Türk medeniyeti tarihi hani nerede? Bu hala yazılamamıştır! (sf.278)
Boğaziçinin en yakın tarihini ve hatıralarını bile unutmuşuz! Mevcut üç beş saltanat kayığından bahsetmiyorum; fakat eski zaman binek kayıklarından bir teki olsun nümune olarak, Bahriye Müzesinde bile kalmamış! Eskiden meşhur bazı büyük yalıların ve sarayların yerlerini, sahiblerini, içlerindeki tarihi vakaları bile hatırlıyamıyoruz! İkinci Sultan Mahmudun Tarabyadaki sarayının yerini bulamıyoruz. Önlerinden geçtiğimiz eski büyük yalılar kimlerindi, kimlere geçti ve içlerinde neler geçti, bilemiyoruz. (sf.281)
Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi, tamamen imkansızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkan olmayan geçmiş zamanlarıdır.
Milliyetçilik muarızları en evvel milli maziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasından mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsülleri ve devamlarıyız. (sf. 291)
*Bu yazı, İstanbul Boğazı’nın ilk köprüsüne- eski adıyla Boğaziçi Köprüsü- ithaf edilmiştir.
Kaynak: Boğaziçi Mehtapları – Abdülhak Şinasi Hisar – Hilmi Kitabevi – İstanbul – 1942
Arşiv: Recep Ekicigil Özel Arşivi, Erenköy
Yazım Tarihi: 21.9.2017
Yazım yeri: Rüzgarlı Köşk Çayırbaşı, Şile-İstanbul
Araştıran, düzenleyen, sadeleştiren, modern bir röportaj olarak kurgulayan:
1 thought on “BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ”