
Hayata dair insanların ütopyalar geliştirmesi, eşitlik, adalet ve paylaşım duygularını yaşam kuralı haline getirmesi, duyarlı insanlar olup toplumu ve tüm dünyayı güzelliklerle bezeyebilmesi çocukluğumuzda okuduğumuz bu kitaplardan edinimlerimizle gerçekleşebilir.
Salinger’in “Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsünde savaştan yeni dönen Seymour Glass’la karısının kısa tatilinde olanlar anlatılır. Seymour bu tatilde küçük bir kızla tanışır ve ona muzbalıklarının hikayesini anlatır. Öykünün bir yerinde Seymour ve küçük Sybil’in konuşması şöyledir:
“Küçük Kara Sambo’yu okudun mu?” dedi.
“İşte bunu bana sorman çok komik oldu” dedi. “Şu rastlantıya bak ki, daha dün gece okuyup bitirdim.” Uzandı ve Sybil’in elini tuttu. “Nasıl, beğendin mi?”
“Kaplanlar o ağacın çevresinde koşuşuyorlar mıydı?”
“Evet. Ben de hiç durmayacaklar sandım. O kadar çok kaplan da ner’den çıkmış ki?”
“Yoo. Hepsi altı tane yalnızca.”
“Yalnızca mı?” dedi genç adam. “Sen buna mı yalnızca diyorsun?”
“Balmumu sever misin?”
“Ne sever miyim?”
“Balmumu.”
“Ohoo, çok severim. Sen sevmez misin?”
Sybil başıyla onayladı. “Zeytin sever misin?” diye sordu.
“Zeytin mi? Tabii! Zeytin ve balmumu. Onlarsız bir yere gidemem.”
“Sharon Lipschutz’u seviyor musun?”
“Evet. Evet seviyorum” dedi genç adam. “Onun özellikle en sevdiğim yanı ne biliyor musun? Otel lobisinde küçük köpeklere hiç kötülük yapmıyor. O Kanadalı hanımın minik köpeğine sözgelimi. Belki buna inanmayacaksın ama bazı küçük kızlar var, balon sopalarıyla minik köpekleri dürtüklüyorlar, yaa. Sharon öyle kötü şeyler yapmıyor, acımasız olmuyor. Onu bu yüzden çok seviyorum.”
Sybil suskundu.
Sonra birden, “Ben mum yiyorum” dedi.
“Kim yemez ki?” dedi genç adam, ayağını suya sokarken.
İşte bu kısım her okuduğumda durdurur beni ve “keşke” dedirtir, “keşke dünyada sadece Seymour ve Sybil konuşsa”…
***
“Çocuk” kavramını keşfetmeye çalışınca, türleri 3’e ayırırken bir daha düşünüyor insan, 3 tür var da bir de “çocuk” var arkadaş. Tanımlama bulmaya çalıştığımda ise gözlerimin önünde beliren tek tablo kelimelere döküldüğünde “keşfetmenin şaşkınlığı” yazmış buluyorum kendimi. Hani kafamızda bir çok kez yaşadığımız ama üstünde durmadığımız şu aydınlanma anlarını aklınıza getirin, bir de o anki suratınızı düşünün. Hafif kaşlar kalkmış, eblek ve şapşal bir suratla ağzımızdan çıkabilecek tek kelime “heeeee”. Bütün çocukların suratı öyle sanki benim için. Saflık ve berraklığın anlamı artıyor çocukta, özlem duyuyorum.
Kitaplar, hele o kitaplar ve çizgi filmler nasıl da sarardı aklımızı. Ölümsüzlük kavramından ölümü keşfettiğim anı hatırlıyorum. Tom Jerry’i kovalar, Jerry asla yakalanmaz ama Tom’un başına gelmeyen kalmaz. Üstüne düşen bir kapı ve dümdüz olan Tom, iki saniye sonra blup! diye eski hacmine döner. İşte tam bu noktada başta anlattığım şaşkın surat devreye girer, yanımda duran anneme sorardım “kapı benim de üstüme düşse böyle ezilip geri eski halime mi dönerim annee?” Annemden, insanların öldüğünü ilk duyuşum, bu sorunun cevabındaydı.
“Pal Sokağı Çocukları”nı okuduğumda ilk sayfada şöyle diyordu “Çele, kitaplarının dağınık sayfalarını toplamaya koyuldu. O hep kitaplarını böyle sayfa sayfa dağıtırdı. Zarif bir kişi olduğundan koca bir kitap taşıyacağım diye yük altında olmaktan hoşlanmaz, okula sadece o günkü derslerin bulunduğu sayfaları getirirdi.” Hiç durur muyum, ben de zarifim, ben de öyle yapacağım, kaçarı yok! Annem zor ikna etti de azar yemekten son anda kurtuldum.
Ama “Pal Sokağı Çocukları”nı asıl önemli kılan neydi? 20. yüzyılın başında hızla gelişen Budapeşte’de, oyun sahalarını (Arsa) “Kızıl Gömlekliler” denen zengin çocuklarından korumaya çalışan yoksul çocukların savaşımını anlatan kitap, mücadelenin ne olduğunu bizlere göstermişti, sahanı koru, çünkü orası senin. Kitapta Erno Nemeçek sahası “güçlüler” tarafından işgal edilmeye kalkılınca bütün ufaklığına rağmen onların karşısında dikilip, oyun sahası için kendini feda etmeye hazırdı. 2006 yılında 11 yaşındaki Macar öğrenci Dani Bodnar okul ödevinde Nemeçek’in bu hareketi için şöyle yazar: “Kendimi çok kötü hissettim. Niye Arsa için savaşmak zorunda olduğumuzu düşünüyordum. Çünkü orası bizim ülkemizdi, bizim oyun sahamız, öyle bir yer ki ateşler içinde olsak bile uğrunda savaşmalıyız. Arsa bize göre bizim vatanımızdı çünkü.”
Bugün meydanlardaki nesle bakın, her birinin Pal Sokağı çocuğu olduğunu hissedeceksiniz.
“Küçük Kara Balık”ı okudum, şans bu ya o arada arkadaşım “bizde kalmaya gel,” dedi, nasıl gitmek istiyorum nasıl. Anneme gittim “ben Gökçelerde kalayım mı?” diye sordum. Genel ebeveyn taktiğidir bilirsini; “baban olur derse olur”, babama gittim; “annen olur derse olur”. Durum: Kimsenin olur dediği yok, ben ortada şamar oğlanı gibi bir mutfak, bir salon.
Kara balığım ya, bir isyan, bir keşfetme cesareti bende. Aldım akşam Gökçelerde giyeceğim pijamalarımı elime, salonda gideceğim saati bekliyorum. Sonuç: Elimde pijamalar, koltukta uyuyakalmışım. Kara balık değil japon balığına döndük ama olsun. İlk isyan denemem!
Bunları neden mi anlatıyorum, çocuklar ve kitaplar birbirine bu kadar doğal bir şekilde bağlıdır da işte ondan. Bizim önümüze birbirinden farklı keşifler koyan kitaplar kişiliğimizin de temellerini biz farketmeden atar. Neler keyfimize değmedi ki bu süreçte: Oliver Twist, Tom Sawyer’ın Maceraları, Aya Yolculuk, Pinokyo, Çocuk Kalbi, Gulliver’in Gezileri, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Momo, Kaptan Grant’ın Çocukları, Peter Pan, Robin Hood, 80 Günde Devrialem ve masallar; Ezop, Grimm, La Fontaine…
Fablları düşünelim. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranır. Hayvanlar çocuklara en yakın varlıklar sanırım. Çocukların hep ilgisini çeker. 2 göz, 2 kulak, bir burun… Çocuklar bize bir bitkiden daha çok benzeyen ama tam da bizim gibi olmayan bu varlıklara çekiliyorlar. Fabllar bu dünyanın sadece insana ait olmadığını bize anlatabilen en güzel şey belki de. Bunu en zevkli yolla bize fark ettirmeden yapıyor oluşu ilerleyen zamanda kişisel gelişimimizde bencillik bölgemizin yok olmasını sağlamakta, paylaşmanın, saygı duymanın ve en önemlisi sevmenin önünü açmakta. Öyle değil mi ki biz insanları hayvanlardan öğreniriz fabllarda: kurnazını, uyanığını, tembelini, çalışkanını… Güldüren ve düşündüren yapılarıyla, kişileştirme sanatının gücünü de kullanarak bizlerin bu dünyaya başka pencereden bakmasını sağlar.
Hayata dair insanların ütopyalar geliştirmesi, eşitlik, adalet ve paylaşım duygularını yaşam kuralı haline getirmesi, duyarlı insanlar olup toplumu ve tüm dünyayı güzelliklerle bezeyebilmesi çocukluğumuzda okuduğumuz bu kitaplardan edinimlerimizle gerçekleşebilir.
Bizler bu kitaplardan, hakkımız yendiğinde isyan etmeyi, haklı olduğumuz her noktada direnmeyi öğrendik. Bugünler, bütün Pal Sokağı Çocukları’na selam olsun.
Damla YAZICI
damla.yazici@msn.com