
Evet, on dokuzuncu yüzyıl insanının her şeyden önce
karaktersiz olması gerekir, böyle olmak zorundadır.
Karakterli olan insan ise her şeyden önce dar kafalıdır.
Dostoyevski – Yeraltından Notlar
Günlerden bir gün İlber Hoca’nın dersine üç öğrenci girer; girer girmesine de geç girer. İlber Hoca sorar: “Neredeydiniz?” Konuşma nasıl olduysa, öğrencilerin kredi notunu bilmemesine kadar gelir. Hoca İlber durur mu? Yapıştırır cevabı: “Bilmemek de mutluluktur…” Son günlerin revaçta reklam filminin, bana kredi notumdan ziyade düşündürdüğü soru bu… Sahi bilmemek mutluluk mudur?
Mutlu bir toplum olmadığımız su götürmez. Peki ya “bildiğimiz” söylenebilir mi? Sorguladığımız veya ince-elediğimiz… Kafalarımız iyiden iyiye karışıyor, yaşadığımız her yeni gün bize bildiğimizi de unutturuyor. Ortadoğu, Kobani, Amerika, Ayn-el Arap, Suruç, Gaziantep, Esenyurt, Okmeydanı derken; zihnimizin en kuytusu dahi coğrafi bilgilerle, haritalarla, enlem ve boylamlarla doluyor. Kin ve nefret de cabası! Bakın aynı İlber Hoca, “Gelenekten Geleceğe” kitabında ne söylüyor:
“Doğu-Batı kültürü kutuplaşması bizim toplumumuzda da modernleşme ile başladı. Bizim toplumumuzda da diyorum, çünkü Türkiye, modernleşmenin getirdiği bu gibi sorunlarla karşılaşan tek ülke olmadığı gibi, çatışmanın temelinde yatan asıl neden İslamlık-Hıristiyanlık ayrılığı da değildir. Pekala Hıristiyan Rusya’nın ve Budist Aysa’nın da aynı şiddetle bu problemi yaşadığını görüyoruz.” (İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, Timaş Yayınları, sayfa:15)
Hıristiyan Rusya ile toplumumuzun yaşadığı buhranlar kadar, halklarının yazgısı da birbirine benziyordu. 1800’lerin sonlarında Abdülhamit devri yaşanırken, Osmanlı topraklarında yaşanan istibdat ve sürgünler, Çarlık Rusya’sında henüz 1840’lı yıllarda yaşanmaya başlamıştı. Köleliğin kaldırılmasını isteyen aydınlar, darbe yapacakları ithamıyla sürülüyor; (hoş, bu iddia günümüzde de bize yabancı değildir!) sürgün yiyen Ruslardan biri de Dostoyevski oluyordu. Tarih 1849.
İşte Dostoyevski’nin Sibirya’ya sürüldüğü bu tarih, o sıralarda yazmakta olduğu ve bir kızın çocukluğundan başlayarak, gençlik anlatılarıyla devam eden “Netoçka Nezvanova” romanının da sonunu getirdi. Roman yarım kalmıştı. Dostoyevski, yarım bıraktığı romana bir daha mürekkep düşürmeyecekti. Her ne kadar, kitabın ön sözünü kaleme alan Joseph Frank kitapla ilgili; “Bu eserinde Dostoyevski, natüralist ekolün sınırlarının ötesine kesin bir biçimde geçmiştir ve yazacağı büyük romanların dünyasına adım atmak üzeredir.” dese de, fikrimce o adım Netoçka Nezvanova’da atılmıştır. Sonu gelmemiş olsa bile…
Kitaptan iki pasaj;
“Küçüklüğümü anımsamıyorum. Ancak dokuz yaşından sonra olanlar aklımda. O yaşa dek başımdan geçenlerin bende hiç iz bırakmaması doğrusu pek garip. Ama dokuz buçuk yaşından sonra olayların tümünü dün olmuş gibi sırasıyla, açık seçik anımsıyorum.” (sayfa:55)
“(Babası için söyler) Beni bir kez daha kötülüğe iterek masum, kimsesiz çocukluğumu felakete sürüklemekle, henüz oturmamış vicdanımı bir kez daha temelinden sarsmakla hiç de iyi etmediğinin, aşırıya kaçtığının farkındaydım. Köşeme çekilmiş, kendi kendime şöyle düşünüyordum: İstediğini yapacağımı bile bile niçin şeker falan getireceğini söyledi bana? O güne dek bilmediğim yeni yeni duygular, istekler kabarıyordu içimde. Sürüyle soru geliyordu aklıma.” (sayfa:87)
Annesi ve hayalperest babasıyla yoksul bir evde yaşayan küçük bir kızın ve o kızın dünyasından yola çıkarak, diğer roman karakterlerinin psikolojik çözümlemelerini yapar Dostoyevski eserinde. Suyun altını görebilecek netlikte gözlemlerle dolu kitapta, zannımca bu iki pasaj daha bir çağrışım yüklüdür. Zira toplumların belleği de, çocukların zihni kadar öncesiz ve karışık fakat bir o kadar da; tetiktedir. Önemsenmeyecek derecede küçük olaylar, koca bir uyanışın fitili olabilir.
Büyük romancı Dostoyevski, bugün, bu toplumda, aramızda yaşasaydı; daha da büyük romanlar yazabilirdi belki… Belki de, her gün kaldırımlarda gördüğü onlarca dilenciye, küfreden çocuklara, sokak savaşlarına, hırsızlığa alışır ve tepkisizleşirdi bizler gibi… Bilinmez! Başımıza gelen onca musibet ve garabete ses etmeyen insanımız, belki de –babasının her istediğini yapacak durumdayken, kendisine şeker alacağını söylediğinde; onun ruhunu anlayan- Dostoyevski’nin Netoçka’sı gibi, hiç beklenmedik bir anda babasının(!) zihnini çözümler. Ses eder…
Bilmemek mutluluk mudur bilmiyorum İlber Hocam, gelgelelim; bildiğini yutkunmak ve gördüklerine cebren alıştırılmak, kuşkusuz mutsuzluktur!
(Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Netoçka Nezvanova, İletişim Yayınları, Çeviren: Ergin Altay, sayfa: 219)