
“Geçmiş ile ilgili tek alakaları at sırtında koşturmak olan yığınlar için pek hoş bir kitap değil. Fakat bugün sokağa çıktığınızda karşılaştığınız her türlü saçmalığın kaynağının ne kadar önceye dayandığını görmek, hissetmek açısından güzel bir kitap. “
Ne olduğunu bilmediğimiz, tam olarak kavrayamadığımız buna karşılık varolmak dediğimiz şeyin olmazsa olmazlarından biri zaman. Bence soyut kavramların en heybetlisi. Maddesel varoluşumuzun, sadece bedenlerimizdeki etkileri ve su sayacından hallice ölçüm aracı saatler ile algılayabildiği “fenomen”. İçinde doğduğunuz ortama göre şekillenen zaman algımız, çoğunluk için doğrusal bir şekilde akmakta. Günümüzde döngüsel zaman kavramı ile yaşayan topluluklar varsa da, bunu çoğunluğun algısı olmamasından dolayı, marjinal olarak etiketleyip biraz dışarda görürüz. Bana kalırsa, zamanın akışı ile ilgili birşeyler bilmeye hasıl olacaksak buna başlamanın en uygun yolu, zamanın doğrusal yada döngüsel değilde bu iki kavramın birleşimi bir harekete sahip olduğunu kabul etmek. Gözünüzün önüne büyükçe bir yay getirin. Helezonik bir yapıya sahip olan bu yayı, iki ucundan tutup açarsak düz bir çizgi elde ederiz.
İşte biz ufaklıklar – yani evrene göre mikro ortamda bulunan varlıklar- bu yay şekildeki yapının o kadar ufak bir bölümünü algılamaya çalışıyoruz ki bize doğrusal geliyor. Makro olarak bakabilsek, bu algıyı sınırlı beyinlerimize tattırabilecek bir şey olsa, büyük bir ihtimal ile zamanın düz çizgisinin kıvrılarak dairesel hareketler yapan bir yapısı olduğunu görecek ve “Tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu, şimdi bir kere daha öğreniyoruz .” diyen E. M. Karakurt’u bu harika cümlesi için kutlamak gerekiyor.
Bu girişten sonra yazının devamının zaman üzerine fizik teorilerinin irdelenmesiyle devam etmesi beklenebilir ama hayır, konumuz tarih.
Elbette istisnaları vardır, fakat çoğumuz için ilk ve orta öğretimde muhattap olacağımız sınavlardan geçer not almak için katlandığımız tarih derslerinin inanılmaz yüzeysel içeriğinden dolayı soğudumuz bu önemli bilim dalı aslında şu anda içinde bulunduğumuz toplumsal çıkmazların ve gerçek manada gelişememişliğimizin nedenlerini anlabilmemiz için mutlaka bir şans verilmesi gereken bir konu.
Önemli tarihçilerimizden Cemal Kutay’ın sarsıcı çalışması 47 Gün bu iş için biçilmiş kaftan bir kitap. Altı yüz küsür yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun 36 padişahı içinde, Avrupa merkezlerine giden ilk ve son tacidar Sultan Abdülaziz’in 47 gün süren yolculuğuna, padişahın ekibinde bulunan, zamanın İstanbul Şehremini (yani Belediye Başkanı ) Ömer Faiz Efendi’nin seyahat günlüğünden derlenen anıları vasıtasıyla tanık oluyoruz.
Fransa, Belçika, İngiltere, Almanya ve Avusturya’yı kapsayan yolculuk, yer yer gülümseten anlara sahip olsa da genel itibarı ile ders çıkarılması gereken olayları günümüze taşıyor. Elbette, bu “dersleri” bizim de düşünmemiz gerekebilir. Fakat aslolan, yaklaşık 145 sene önce bu seyahatı gerçekleştiren ve koca imparatorluğun tacidarı olan ve en acıklısı tek sözü ile ne gerekiyorsa yapılmasını sağlayabilecek kişinin, herşeyi gözleri ile görüp, algılayıp sonuç olarak hiç birşey yapmaması. Kendisinden sonrakiler hiç birşey yapmama konusunda istikrarlı. Ülkemizde Osmanlı’dan beri gelenek haline gelen bir durum vardır. Biz her zaman eniyisini biliriz. Yönetimde, ahlakta, kültürde hep en zengin bizizdir. Geçmişten bahsedilirken, tüm dünya halklarına eşit ve hoşgörülü davranmışızdır. Her zaman ön plana çıkarılan seferler, savaşlar ve bunun gibi akrobatik tavırlardır. Günümüze kadar sapasağlam gelmiş kendini poh pohlama tavrı, at gözlükleri ile dolaşma, önünde olanı görmezden gelme gibi olumsuz bütün haller, bambaşka başlıkların altına yedirilerek, normal gibi gösterilir. Halbuki bu yok saymalar ve baskılar, bu ilgisizlik kendi bindiğimiz dalı kesmekten başka birşey değildir.
Kitapta ayrıntılı bir şekilde okuyup, öğrenebileceğiniz olaylardan örnek vermek gerekirse; daha yolculuk başlamadan yaşanan zorluklar, Abdülaziz’in validesi tarafından kendisine yapılan telkinler, bu telkinler sonucu, imparatorluğun yararına olacak en ufak temaslardan bile kaçınılması, yeni teknolojilerin ve yöntemlere ilgisiz kalınması, bazı ufak şeylerden dolayı içten içe hissedilen mahçubiyet gibi temaları sayabiliriz.
Mesela yolculuğun başlarında yapılan şu tespit, o zamandan bu zamana hemen hemen hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş olmasının sert gerçekliği ile hemen insanın canını sıkıyor. Ecnebi ülkelerde kadın ve erkeğin sokakta bir arada yaşaması, hayatı paylaşmaları, dolayısı ile daha güçlü olmaları derhal ekibimizin dikkatini çekiyor. Bunu derin bir iç çekiş takip ediyor: “Onlar hayatı kadın ve erkek olarak karşılıyorlar, bizde ise kadın ya evin içine ya tarlaya mahkum ediliyor, adamlar ise kahvelerde. Bir bölünmüşlük söz konusu. Dolayısı daha baştan hayatı “yarım” karşılıyoruz.” Diyerek öz eleştiride bulunuyorlar. Ve sadece bu öz eleştiri ile yetiniliniyor. Durumu değiştirmek için gösterilen herhangi bir çaba yok.
Bir başka olayda ecnebi memleketin şehremini ve bizim şehremini Ömer Fazıl Bey arasında geçiyor.
Her akşam vakti, sokakları koca su tankerleri ile yıkanıp temizlenen şehri gören Ömer Fazıl Bey, bu işlemin İstanbul’da nasıl gerçekleştirildiğini soran söz konusu şehrin belediye başkanına vereceği herhangi bir cevap olmadığı için, İstanbul’da herkesin kendi kapısını önünü yıkadığını zaten yağmur yağdığı zaman sokalaraın otomatik olarak yıkandığı gibi, o an için kendini kurtaracak bir cevap ile geçiştiriyor. Bundan kendiside rahatsız ama elden birşey gelmiyor. Hazır cevap ve nüktedan kişiliğine sığınmak zorunda kalıyor.
Seyahat boyunca hep bu şekilde “nüktedanlar” ile olayı idare etmeye çalışmaları, düzeni, teknolojiyi, birlik beraberliği gördükçe kızarıp bozarmaları, sürekli kendilerini bu ileri düzen ile kıyaslamak zorunda kalmaları ve sonuç olarak hiçbir şeyin değişmeyecek olduğunu bilincinde olmaları kitabın her sayfasında karşımıza çıkıyor. Seyahat eden ekibin en büyük marifetlerinden birisi, ülkeler fuarında karşılarına çıkan, yumruk atmak vasıtası ile fiziksel gücün ölçüldüğü ve nedense, Türk Kafası adı verilen eğlence aletinin, ekipten bir kişi tarafından tek yumruk ile param parça edilmesi. Padişahın bu geziden çıkardığı ve uygulamaya koyduğu tek konu silahlanma ile ilgili. Onunda kalkınmaya ne kadar yardımcı olduğu şu an gözler önünde.
Geçmiş ile ilgili tek alakaları at sırtında koşturmak olan yığınlar için pek hoş bir kitap değil. Fakat bugün sokağa çıktığınızda karşılaştığınız her türlü saçmalığın kaynağının ne kadar önceye dayandığını görmek, hissetmek açısından güzel bir kitap.
Yazının başında anlatmaya çalıştığım zaman kavramı işte burada önümüze çıkıyor. Zamanın helezonik bir yapıya sahip olduğunu kabul edersek, şu an 150 sene önce yaşanan zamanın hizasında olduğumuzu, yol yöntem bilmezliğin üzerinin saçma sapan dogmalar ile örtüldüğü, aklın ve mantığın geride tutulduğu o devirlerin izdüşümünde yaşadığımızı hissetmek işten bile değil.
(47 Gün Sultan Abdülaziz’in Avrupa Günlüğü, Cemal Kutay, ABM Yayın)
Cem TOPUZ
4400th@gmail.com
Siyasiler bu kitabı mutlaka okusunlar diyeceğim ama değişen birşey olacağını sanmıyorum. Bu vurdumduymazlık bizim genlerimize işlemiş olabilir. Bizde herkes kendi evinin önünü temizler! Bugünün Avrupa standartlarını yakaladığımızda onlar yeni farklı standartlarını yerleştirmiş olacaklar. Hep geride olacağız özellikle insana verilen değer konusunda.