
“Gerçekler, göz ardı edilince ortadan kalkmazlar.”
– Aldous Huxley
Eğlenmekten ve gülmekten gözlerimden yaşlar gelen bir yazarı düşününce ilk aklıma gelen isim Tom Robbins ve birbirinden enfes romanlarıdır. Yıllar önce Tom Robbins’in “Skinny Legs and All” (Sıska Bacaklar, Ayrıntı Yayınları) okuduğumda ilk düşündüğüm şey, Tom Robbins’in dahi bu kadar eğlenceli bir kitabı asla yazamayacağı yönündeydi. Üstüne çıkılması şöyle bir kenara dursun, on beş yıldır kitaplarda, evet, güldüm, şaşırdım, macera yaşadım, heyecanlandım, hayran oldum, gezdim, duydum, ürktüm, sevindim, tiksindim, nefret ettim, bir başkası ve hiç başkası oldum, hür oldum, esir oldum… Ancak o günden bu yana Ned Beauman’ın “Işınlanma Kazası” nı okuyuncaya kadar hiç o kadar eğlenmedim. Yanlış anlaşılmasın, eğlence unsuru ve buna yol açan, kurguyu çıldırmış bir tiyatro sahnesi haline getiren ufak benzerliklerin dışında iki yazar arasında herhangi bir benzerlik yok. Tom Robbins’in siyaset ve politikayı da tiyatrosuna sokmaktan çekinmeyen oyunculuğundan eser yok. Hatta Ned Beauman’ın yazar olarak eleştireceğim pek çok yönü olacak belki…
HER ŞEY AYNI ANDA OLUP BİTTİ
1985 doğumlu ve henüz oldukça genç bir yazar olan Ned Beauman’ın ilk kitabı da (Boksör Böcek, 2010) Domingo tarafından dilimize kazandırılmıştı ve açıkça söylemem gerekirse yurt dışında kitabın etrafında kopartılan o kadar tantanaya rağmen, kitabı pek de başarılı bulmadım. Kitap son derece, kusurlarını örtmek ister gibi ıkış tıkıştı ve yazını bir başkası olmayayım gayretini taşıdığını çok açık ediyor, buna karşın sürekli bir başkası olma hatasına düşüyordu.
Yeni tercüme edilen “Işınlanma Kazası” (Teleportation Accident, 2012) ise bunun biraz tersi. Ned Beauman’ın –şükür ki- ilk kitabında boca etmek istediklerini bir anda boca etmesi sayesinde fazlalıklarından kurtulmuş, daha kendine has, daha dürüst ve daha özgüvenli haliyle okurun karşısına çıkıyor. Kitap özetle, başarısız cinsel hayatına fena halde kafayı takmış Alman bir sahne tasarımcısı olan Loeser’ın, Adele adındaki genç bir kadına duyduğu obsesyonla peşine düşüşünün izini sürüyor. 1931 Berlin’inden Paris’e, oradan Los Angeles’a ve 40’lı yıllara uzanan hikâye boyunca, sürekli bir akşamdan kalmalık ve çevrede olup bitenlere karşı -ne Nazilerin yükselişi, ne yeniden yazılan bir tarih- duyarsızlık halindeki Loeser’ın macerası da tarihi olduğu gibi fon tutmuyor, bütün karakterleri ve olayları çıldırmış ve rollerini şaşırmış bir tiyatro sahnesinin içine tıkıveriyor. Hangi tarihte bulunulursa bulunulsun, insanların aynı insanlar, maskelerin aynı maskeler olduğunu savunur halde bulunan bir bakış egemen. Hatta romanın içerisinde bu durumu açıklayan pasajlar bulunduğu gibi, her şeyin aynı anda olup bittiğine yönelik çıkarımların bir başka katmanda tarihsel tutarsızlıklarla altının çizildiğini görüyoruz. Örneğin 30’ların Berlin’inde uyuşturucu amaçla Ketamin kullanılıyor, hâlbuki Ketamin ilk kez 1965 yılında PCP’nin bir türevi olarak geliştirildi (vay canına, veteriner diplomam bir işe yaradı). Bunun gibi, sanki gerçek bir şekilde ele alınmayan sadece adında kalan ışınlanma kazasının, zamanda başka türlü etkileri ortaya çıkardığına yönelik fark edilebilecek küçük detaylar romana zevk katıyor. Thomas Pynchon’u hatırladım birden. Romanın ana karakteri Loeser’ın, ergenliğine takılıp kalmış ufak adam görüntüsü elbette karakteri kartonlaştırıyor. Fakat karton karakterlerin eğilip bükülmeye daha hazır bulunması, romanın mizahi yönü için elverişli olsa da eleştirmenlerin pek değinmediği sıkıcı nokta şudur; aşağı yukarı başka hiçbir karakteriyle bu kadar yakından bir bağ geliştiremeyen ve karakterlerinin burnunun dibine inmek yerine, karakterlerini sadece çılgınca olayların arasında sallayıp duran yazarın ana kahramanıyla biyografik bağı. Şöyle ki bu durumda, yazarın karakterini olduğu gibi yaşamının (ve muhtemelen ergenlik sıkıntılarının) ortasına hapsettiğini görmek, deneyimli okur için oldukça itici.
SORUNLARINA RAĞMEN
Romanın tek çelişkisi de burada bitmiyor elbet. Bir röportajında, yazarın amacının okuru tatmin etmek olmadığına vurgu yapan yazarın, bütün kurgu boyunca bir okur hastalığına muzdarip bir yazın göstermesi de vurgulanması gereken bir eleştiri olacaktır. Çok kitap okuyan insanlarda, özellikle de bilim kurgu okuyorsanız (yakinen tecrübe ettiğim şekilde) –ki yazar da böyle olduğunu söylüyor- bir süre sonra ilk geliştireceğiniz reaksiyon, metnin arasına soluklar yerleştirmenin gereksiz olacağı yanılgısıdır. Okumayı bir hayalden öteki hayale sürüklenme noktasına taşımanız olasıdır. Bu yazınıza yansırsa da, işte Ned Bauman’da olduğu gibi, sanki özellikle metin aralarını yok etmek ister gibi, bir yere yetişecekmiş de acelesi varmış gibi, bir çılgınlığı bitirmeden bir diğerini başlatıyor. Okuru sıkmamak için fazlasıyla çaba gösteriyor. Peki, bu kötü mü? Elbette değil, hatta eğlenceli bir üslup için gerekli! Ah, bir de aksini iddia etmese… Boksör Böcek’i sevmememin baş nedenlerinden olan şey ne yazık ki Işınlanma Kazası’nda da devam ediyor. Romanının olay akışı çok fazla sayıda tesadüfe dayanıyor. En azından bu sefer daha yaratıcı bir mizahın arasında kaybolup gitmesine olanak sağlıyor da okurun gözüne batmıyor. Hatta renkli iplerle insanların birbirine dolandığı unutulmayacak birkaç sahneye olanak da sağlıyor bu delilik. Öte yandan “bu sahneyi aynı insan yazmış olamaz,” diyerek, insanın alnını tokatlamasına neden olabilecek derece bayağı, ucuz bir sitcom’dan fırlamış havasında bir sahte ameliyat sahnesi de aynı romanın içerisinde bulunuyor. Bu nedenle aslında kitabın talihsiz şekilde, asıl okur kitlesinin dışında okurlar tarafından sevilip sayılacağını düşünmeden edemiyor insan. Kitabın kırık dökük zaman algısının yanında eğlenceli olan bir başka faktörse dönemi belirtmek üzere kullanılan, döneme ait tarihi kişiliklerin ve olayların ise tam da okur kitlesini cezp edecek şekilde ve inadına doğru haliyle aktarılmış olması. Lovecraft’i, Heidegger’i, Sartre’yi vb. kıvrak bir anlatının içinde görmek insanın yüzünü gülümsetiyor. Kitabın, artılarına ve eksilerine rağmen, okura sunacağı eğlence faktörü inkâr edilemeyecektir şüphesiz. Sabri Gürses de bir hayli güzel bir tercümeye imza atmış. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında ülkemize gelip bir süre İstanbul’da da yaşayan ve yeni romanının bir kısmını da buralarda yazan yazarın, sırada ne sunacağını merak ediyorum. Keşke Loeser karakterini, eğer hakkında yazmayı düşünüyorsa İstanbul için saklasaydı. Ergenlik dönemine takılıp kalmış, çevresinde olup bitenden bihaber adamcıklardan bizde pek çok var çünkü.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
(Işınlanma Kazası – Ned Beauman – Domingo Yayınları – Sf:336)
M. Salih Kurt
mustafa.salih.kurt@gmail.com