
And I think to myself what a wonderful world
( Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye )
Louis Amstrong
Muhteşem Gatsby
Rüzgar burnuma çam kokularını taşıyordu. Tarlaların, kırmızı yağmuruydu gelincikler. Belli ki bahar, oğulları arasında en çok mayısı seviyordu. Kapımın eşiğine dayanan bu tabiat, bu renk cümbüşü gözümde değildi oysa. Bulunduğum yer, Anadolu köylerinden birindeki derme çatma bir kütüphaneydi. Bolu’nun kırsalında, mütevazı bir ilim yuvası… Çoğu oradan buradan toplanmış, ikinci el kitapları raflara dizerken; saman kağıdı yıpranmış bir kitap dikkatimi çekmişti. Kitap, aile hayatını ve ailenin nasıl olması gerektiğini anlatıyordu. “Aile, azami dört kişiden mürekkep olup, bunlar baba, anne ve iki çocuktur.” Bu ifadeler, çekirdek ailenin tarifiydi. Kitabın arka kapağını çevirdiğimde, basımın ve dağıtımın “Truman Vakfı” tarafından yaptırıldığını görmüştüm. Sene 1950! Acıdır ki, aileyi kutsallaştıran üç bin yıllık bir geleneğe, okyanus ötesinin yeni yetmeleri; iki noktayı üst üste koyup ‘aile’yi öğreteceklerdi.
Sahi, bu gayretkeşliğin sebebi geleneksel geniş aileyi atomlarına ayırıp, bir haneden birkaç ev çıkarmak suretiyle; daha çok mal ve hizmet satmak olabilir miydi? Esasında, bu işin yalnızca bir kısmı… “Amerikan Rüyası” olarak terminolojiye geçmiş yaşam biçiminin, kendi halkıyla birlikte, tüm dünya halklarına salık verilişinin bir örneğiydi elime geçen kitap. Zira kapitalizmin, avlanacak yeni mecralara ihtiyacı vardı.
Sanayi Devriminden önce Avrupa Karasında, çoğunluğu Katolik olan halk; dünya hayatını yeterince önemsememekte, dini inanışları gereği zamanlarının büyük bölümünü çalışmak yerine, ibadetle geçirmekteydi. Oysa devrimden sonra yükselen burjuvazinin, daha fazla iş gücü ve emeğe ihtiyacı vardı. Bunu sağlamak için de, işçileri çalışmaya sevk edecek manevi bir temele… Sosyolog Max Weber’in, “Protestan Ahlak” adıyla nitelendirdiği, “çalışmanın, ibadetten daha çok cenneti hak ettireceği” inanışı, işte bu temelin kazı çalışması olmuştur.
“Amerikan Rüyası”, tüm yataklarını kapitalizmin engin suyuna akıtan “Protestan Ahlak”tan ilham almış olsa gerek, şunu öngörüyordu: “Çok çalışan herkes, sıfır noktasında olsa dahi zenginliğe ve refaha ulaşabilir.” İşte Gatsby’i “muhteşem” kılan ve bir yeşil ışığın peşinden koşmasına neden olan hülyaların müsebbibi bu düşünceydi.

“Beyaz fanile elbiselerimi giyip yediyi biraz geçe, Gatsby’nin çimenliğine geçtim;
tanımadığım insanların anaforuna kapılıp süklüm püklüm öyle, ortada dolandım durdum; gerçi banliyö tireninden göz aşinası olduğum birkaç kişiye rastlamadım değil. İlk ağızda dört bir yana serpişmiş İngiliz gençlerinin bolluğu tuhafıma gitti; hepsi öyle tertemiz giyinmiş, hepsi de biraz aç kalmışa benzer; sıkıştırmışlar varlıklı Amerikalıları, alçak sesle, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorlar… Oraya varır varmaz, ilk işim, ev sahibini aramak oldu, ama, ‘Nerededir?’ diye birkaç kişiden soruşturacak oldum, yüzüme öyle şaşkın şaşkın baktılar, ‘Ne bilelim biz’ der gibiler de, öyle bir terslendiler ki, sorduğuma, soracağıma bin pişman, o bahçede yalnız başına oraya gelmiş bir insanın yabancılığını, kimsesizliğini gizlemeye el verecek tek sığınak olan kokteyl masasına yollandım.” ( Muhteşem Gatsby, sayfa:39 )
Romanda anlatıcı konumundaki kişi, Gatsby’nin orta sınıftan sayılabilecek komşusu Carraway’dir. Carraway karakteri, olaylara fazla müdahil olmayıp; okuyucuyu da gözlemci konumuna yerleştirir. Kişiliğinden menkul olan bu müdahalesizlik, kitabın başında şu satırlarla kök bulur: “Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, ‘birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkanlarında gelmemiştir dünyaya!’” Ancak olay örgüsünün sonuna varıldığında, Carraway’in dahi malum aristokrat zümreyi eleştirmesi, Amerikan Rüyası düşüncesinin çöküşünü simgeler.
Derinlemesine bakıldığında Fitzgerald’ın kitabı, sıkı bir sistem eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Bir nevi, rüyanın çöküş hikayesidir bu. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’li yıllardan başlayıp, 1929 Büyük Buhran’a kadar devam eden ve Fitzgerald’ın “Caz Devri” olarak tanımladığı dönem, burjuvazinin ivme kazandığı, Burjuva Ahlakının iyiden iyiye yerleştiği, kitlelerin kendisini Caz’a ve dansa vurduğu yıllardır. Dönemin iktisadi politikaları göz önüne alındığında, fizyokratlardan esinlenilen “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler…” anlayışının yalnızca ekonomik politikalarla sınırlı kalmadığı ve adeta sosyal hayata da sirayet ettiği görülmektedir. Tıpkı Amstrong’un şarkısındaki gibi dünya artık harika bir yerdir. Ancak Fitzgerald’ın bu harika dünyanın ortasına yerleştirdiği Gatsby karakterinin, alabildiğine kalabalık partilerin aksine cenazesinde kimselerin bulunmaması, uğruna öldüğü sevgilisi Daisy’nin umursamazca lüks ve kaygısız hayatına devam etmesi büyük bir çözülüşü anlatır.
Aslında her şey adıyla da müsemma olduğu gibi bir rüyadır. Pembe ve ilk esintide dağılan bir toz bulutu…
Bu çözülüş, büyük bir ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmektedir. Çetrefil ilişkiler, para odaklı birliktelikler ve niceleri… İkinci savaş sonrası ortaya çıkan Beat Kuşağı, savaşma seviş sloganları, Rock’n Roll furyasının ilk tohumlarıdır belki de atılan… Fikrimce aradaki yegane fark, 68’lilerin felsefelerine uygun bir şekilde, sermayeye tapan aristokrat hayata özenmemeleri ve sadece kendi anladıkları özgürlüğün peşinden gitmeleridir.


(Muhteşem Gatsby, F.Scott Fitzgerald, Bilge Kültür Sanat Yayınları, Çev: Can Yücel, sayfa: 158)
Dağhan DÖNMEZ
Daghan_donmez@mynet.com
1 thought on “IŞIĞIN GÖLGESİNDE KALAN… GATSBY!”