
Aşkın renkleri vardır, desenleri, kokuları, tınıları, resimleri, filmleri….Bir de aşkın şekilleri vardır:Alev, buz, yapışkan bir sıvı vb. Aşk bir çelişkidir aslında, Bazen Alev gibidir yüreğinizi ve dokunduğunuz her şeyi yakar ama hissetmezsiniz bazen de Buz gibidir kendinizi kutuplarda terk edilmiş ıssız bir düzlükte gibi hissedersiniz, o kadar üşürsünüz ki sesiniz çıkmaz,duyuramazsınız.
Livaneli tam da bu aşkın bu noktalarına parmak basmış, bizleri aşkın bilinen hallerinin dışına çıkararak farklı duygularında gezindirmiş. Bunu görüntüde bir cinayetin içerisine yedirerek aktarmış. Cinayet sadece aşkın bizlere neler yaptırabileceğini gösteren bir kanıt ama asıl hikaye bunun altında yatıyor. Bir nevi hikayenin hikayesi bu roman. Hem Binbir Gece Masalları’na hem toplumumuzun genel durumuna hem de insan psikolojisine dokunan bütünsel bir hikaye. Kitabın baş kahramanı ailesini bir trafik kazasında kaybeden Ahmet Arslan’nın kendini kitaplarla dolu insanlardan uzak bir köy evine kapayan bir adamın yaşamına birkaç günlüğüne konuk oluyoruz. Kazadan tek kurtulan o değil, bir de ikiz kardeşi Mehmet Arslan var. Asıl hikaye Mehmet’in Hikayesi.
Ahmet Arslan şehrin samimiyetsiz ortamından ve insanlarından kaçarak Karadeniz kıyılarında bulunan “Yalıköy “ köyünde tek başına köpeği ile birlikte yaşayan 54 yaşında emekli bir mühendis. Kendine kitaplardan bir dünya yaratmış ve en iyi arkadaşları Platon, Sokrates, Nietzsche gibi pek çok akıl insanı. Kitaplarla ilgili en çok hoşuma giden kısım evin bütün odalarının bir adı var ve her odada o ada uygun kitap türleri yer alıyor. Örneğin; intikam odası, aşk odası, kıskançlık odası, cinayet odası, intihar odası ..gibi. Her bir odayı ve kitapları kişiselleştirerek kendine bir dünya yaratmış. Peki yalnızlıktan sıkılmıyor mu? Kesinlikle hayır. Bunun iki sebebi var: Birincisi Ahmet egosunu kaybetmiş bir adam, yani sevgi, aşk, kızgınlık, öfke gibi insanı duyguların hiçbirini hissetmiyor. Her şeyi normal sadece duyguları yok. İkincisi; bir “Sevgilisi” var. Bu bildiğiniz sevgili değil yalnız. Bu bir masaj aleti, sizi kollarıyla saran ve rahatlatan, içine gömülebileceğiniz bir sevgili gibi. Sizi karşılıksız seven bir sevgili. Bu adamın bir ilginç özelliği daha var; dokunma problemi. Kimseye dokunamıyor ve kendine dokundurtmuyor. Köydeki ve çevresinde konuştuğu birkaç kişi bundan haberdar olduğu için kendi içinde düzenli bir hayat kurmuş. Bir gün köye cinayet haberini soruşturmaya gelen Pelin adlı genç ve hırslı gazeteci kız, Ahmet’in kendi iç dünyasıyla ve hayatıyla yüzleşmesine sebep oluyor. Yıllardan beri evine ilk defa konuk alan bu ilginç adam, nedenini bilmediği bir şekilde bu genç kıza hayatının hikayesini anlatıyor. Aşkı anlatıyor, aşkın insan hayatındaki anlamını, yerini ve insana neler yaptırabileceğini, aşkın nerde başlayıp nerde bittiğini, bizlere ve karşındakine gerçekte aşkın ne olduğunu ya da ne olmadığını sorgulatıyor. Ahmet’in hikayesinin bittiği yerde Mehmet’in hikayesi başlıyor.
Sürpriz bir sonla biten ve kitap bittikten sonra uzun süre etkisinden ve gerçekçiliğinden kurtulamayacağınız bir serüven.
Ne demiş Ahmet: “Zenginlik insana ait bir özelik değil. Para insanın doğal bir parçası değil; kaybolabilir çalınabilir, soyut bir kavram, birtakım sıfırlar… Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar…. Oysa zengin aptallar paranın çok önemli olduğunu sanıyorlar, bu yüzden de servetlerinin kendilerine ruhsal bir ayrıcalık, özel bir mutluluk getirmesini bekliyorlar. Bu mümkün olmayınca içi boş olduğu için can sıkıntısı başlıyor. Konuşacak bir şeyleri olmadığı için tavla, kağıt falan oynayarak tahammül ediyorlar bu hayata ve de birbirlerine. Veya işkolik oluyorlar..”
“Peki sizin ayrıcalığınız ne?”
“Okumak, sadece okumak. Okuyan insan,dünyanın aklına yaslar sırtını….”
Hayata ve kendinize farklı bir gözden bakmak için bu kitabı kitaplığınıza mutlaka ekleyin derim. Bu karmaşık hikayeyi ruhunuzla değil aklınızla hissedeceksiniz, çünkü en büyük akıl delinin aklıdır. Değil mi?
(Kardeşimin Hikayesi , Zülfü Livaneli, Doğan Kitap, Sf: 330)
Gizem Sakallı
gzmskll@gmail.com