
İki yaratıcı roman ve iki tuhaf yazar… ‘Muteber bir beyni’ yazan tatlı su sülükleri uzmanı J. W. Ironmonger ile 17 yaşındayken, bir ölümsüzlük hikâyesi yazıp 19’unda ölen Felix Francisco Casanova…
Son günlerde yayımlanan ‘Maximilian Ponder’in Muteber Beyni’ ya da ‘Vorace’nin Yeteneği’ adlı iki akılötesi roman hakkında bir şeyler duymuş, her ikisini de okumak için içinizde güçlü bir arzu hissediyor olabilirsiniz. Bu güzel bir şey. Tavsiye ederim. Ama tavsiye etmeyeceğim şey; ikisini arka arkaya okumak. Araya en az on beş günlük bir süre ve zihninizi fazla yormayacak, sizi düşünmeye ya da hissetmeye sevk etmeyecek bir iki tampon kitap koymanız, sizin yararınıza olur. Sonra kaldığınız yerden devam edersiniz hayata…
‘Maximilian Ponder’in Muteber Beyni’ni okumaya başladığımda, henüz mart ayının başlarıydı. Kitabın daha ilk sayfasında hafif bir şaşkınlık yaşamış, beni bekleyen tuhaf şeyleri sezerek işimi gücümü bırakıp kendimi tamamen bu kitaba vermiştim. Çünkü daha işin başında, üstündeki çizgili kömür grisi takım elbisesiyle ceviz bir masanın üstüne yatırılmış, kafasının bedeninden ayrılmasını bekleyen bir adamla karşılaşmıştım. Üstelik sıradan biri de değildi bu adam. Bir nevi bilim adamı bile diyebiliriz rahmetliye. Bütün hayatını dakika dakika kaleme alan, kendinden sonra gelecek kuşaklar ve araştırmacılar için ciltler dolusu ‘İnsan Beyni Kataloğu’ hazırlayan muteber bir şahısın ölüsüyle karşılaşmıştım, hem de daha romanın ilk satırlarında!
Bir süre sonra, kendi beyninin kataloğunu hazırlayan bu muteber adamdaki bütün tuhaflığın, böyle bir katalog hazırlamaya kalkışmasından ibaret olmadığını anlamıştım. Aklına böyle bir fikir gelen birinin beyninin farklı çalışması normaldi. O yüzden, roman ilginçti ilginç olmasına ama kitabın ana kurgusuyla beraber ilerleyen, Maximilian Ponder’ın ‘İnsan Beyni Kataloğu’ da başlı başına bir tuhaflıklar zinciri içeriyordu.
İYİ DE KİM BU YAZAR?
“Nasıl bir beyindi bu, nasıl bir düşünme biçimiydi?” derken bu soru, “İyi de böyle bir kurgu yapan, bu romanı yazan kişi de pek sıradan olmasa gerek, peki onun beyni nasıl çalışıyor acaba?” sorusuna dönüştü. Çünkü J. W. Ironmonger adlı bir yazarla karşılaşmamıştım daha önce. Bu merak, yüzümü yazara dönmeme neden oldu. Karşılaştığım şey, hiç de şaşırtıcı değildi. Tanımamakta haklıydım, çünkü yazarın daha ilk romanıydı bu. Ayrıca beyninin, kendi yarattığı karakterle, Maximilian Ponder’le benzer biçimde çalıştığına eminim. Çünkü yazar, Shakespeare’i en hızlı okuma konusunda dünya rekoru kıran, yüz sterlinlik külüstür bir arabayla Büyük Sahra’yı geçen bir zoologdu. Ayrıca, tatlı su sülükleri konusunda dünyaca tanınmış bir uzmandı. Evet, tatlı su sülüklerini her yönüyle tanıyan, hayatını onları incelemeye adamış biriyle karşı karşıyaydım.
‘Maximilian Ponder’in Muteber Beyni’ nasıl ilerledi, romanın sonuna nasıl geldim, hiç bahsetmeyeceğim. Sadece, roman bittiğinde “Ben artık eski ben değilim” diyerek sokağa çıktığımı, gördüğüm ilk otobüse binip yanlış yöne gittiğimi ve bunu fark ettiğimde, “Zaten doğru yön diye bir şey var mıdır?” diye düşünüp otobüsten inmediğimi, nedendir bilmem, bu tavrımdan dolayı da kendimi takdir ettiğimi söyleyeceğim…
Ertesi sabah uyandığımda kendimi kuş kadar hafif hissediyordum. Bütün gece yatmış olduğum maun masadan inip terliklerimi giydim, daha elimi yüzümü bile yıkamadan pencerenin önündeki koltuğa oturup bir süredir okunmayı bekleyen ‘Vorace’nin Yeteneği’ ni elime aldım. O anda nasıl bir hata yaptığımı bilmeme imkân yoktu elbette. ‘Maximilian Ponder’in Muteber Beyni’nin ardından okunmayacak, okunması bünyeye hiç de iyi gelmeyecek belki de tek kitapmış bu.
BİR ÖLÜMSÜZLÜK YETENEĞİ
Önceleri pek bir şey hissetmedim. Bir ölümsüzün, ancak ve ancak kendisi tarafından bir efsaneye dönüştürülebileceğini, biraz zorlasam kendim de fark edebilirdim belki. Bu kitap, sadece bu gerçeği keşfetmemi kolaylaştırdı. Tabii bunu düşünürken daha romanın başlarındaydım. Keşke orada ara verip kendime biraz zaman tanısaymışım… Romanın 30’lu sayfalarına geldiğimde iş işten geçmişti. Kendimde bir tuhaflık hissetmeye başlamıştım ama geri dönülebilecek çizgiyi geçmiştim çoktan.
Bu romanı yazdığında henüz on yedi yaşında olan, ‘İspanya’nın Rimbaud’u’ olarak kabul edilen Felix Francisco Casanova, bir ölümsüzün hayatını yazmış ve yazdıktan iki yıl sonra, henüz on dokuzunda trajik bir biçimde hayata veda etmişti.
Vorace’nin yeteneği, ölmemek. Daha doğrusu, ölememek. Sürekli intihar eden ama bir türlü ölemeyen biri Vorace. İşin tuhafı, onu çok seven karısı da elinden geldiğince yardım ediyor Vorace’nin intihar teşebbüslerine. Ölümcül kırmızı kapsülleri içince on günden daha kısa sürede iyileşiyor, tabancayı kafasına dayayıp tetiğe bastığında, şakağındaki kurşun deliğiyle yaşamaya başlıyor.
Sayısız intihar girişiminden sonra gerçeği kabullenmek zorunda kalıp ölümsüzlüğünü ilan eden bir adamın trajedisiyle karşı karşıya kalıyoruz. Her türlü bedele razıdır ama ölmesi mümkün değildir artık. Derken, ölümcül olaylar, şiddet sahneleri, her türlü mantık dışı davranış ve kâbuslar işe karışır… Hatta başka bir yüzyılda yaşamış ahlaksız bir şair de olaya dahil olur.
Evet, bunları söylediğimde “İlginç bir konuymuş” diye düşünüp geçebilirsiniz. Ama konunun ilginçliği ya da ölümsüzlüğün sorgulanması değil temel mesele. Mesele başka. Asıl önemli olan, Casanova’nın yazış biçimi ve bizi sürüklediği ruh durumu. Belki de bu noktada romanın önsözünü yazan Fernando Aramburu’nun ve kitabı daktiloya çekme konusunda Felix’e yardım eden babasının söylediklerine kulak kabartmak gerekir.
Bir yarışmaya yetiştirmek için hızla, yaklaşık kırk dört günde yazıp bitirmiş Casanova bu romanı. Babası, plansız bir kitap olduğunu söylüyor bunun. “Telaş içinde ve trans halinde yazdı” diyor. Yani yaratıcılığın tavan yaptığı bir tür doğaçlama! Zaten okuru alıp sürüklemesi bundan.
Aramburu ise, aynı zamanda muhteşem bir şair olan Casanova’nın şiirlerinde, şeytani özellikler taşıyan bir meleğin cilveli tavırları olduğunu söylüyor. Yani bu on yedi yaşındaki çocuk, hem şiirleriyle, hem de ‘Vorace’nin Yeteneği’ adlı romanıyla bizi sarsmaya ahdetmiş zaten. Eh, bize de sarsılmak düşüyor!
Vorace’nin daha romanın ilk sayfalarında söylediği gibi “10’a kadar sayıyor ve kendimi ileri atıyorum.” Her ne kadar kendimi kaybetmiş, dengemi tutturamamış olsam da, bu iki kitabı art arda okumanın verdiği o ibreyi şaşırma duygusu, o azdırıcı haz ve hayata karşı kısa devre yapma durumu, bir yanıyla da müthiş bir deneyim oldu.
Ha, başkasına tavsiye eder miyim? Etmem! Yine de karar sizin.
Altay Öktem
altayoktem@gmail.com
(Bu yazı 12 Nisan 2013 Perşembe Günü Aksam.com.tr’de ve Akşam Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.)