
Bayramların vazgeçilmez sözüdür: Ner’de o eski Bayramlar! Nineler, dedeler; anneler, babalar hep bu sözü söyler. 20’li, 30’lu yaşlara erişmiş genç yetişkinlerin bile artık kendi çocukluklarındaki Bayramların tadını bulamadıklarından yakındıklarını duyar olduk.
Değişen gerçekten Bayramlar mı, yoksa zamanın yaşamlarımızı gereğinden hızlı değiştirişine yetişemeyen ve anı kaçıran biz insanlar mıyız?
Zaman değişiyor, insanlar değişiyor; aile üyeleri eksiliyor, yeni aile üyeleri katılıyor. Biz kendimiz bunca değişime maruz kalırken Bayramların değişmeyip aynı kalacağına inanmak biraz safdillik olurdu. Bayramı “Bayram” yapan insanlar bir arada olmayınca da çocukluğumun o tatlı, sıcak, masum Bayramları gibi geçmiyor artık.
9 günlük Bayram tatilleri yoğun iş temposundan kaçtığımız bir tatil dönemi mi?
Toplu mesajlar yağıyordu bir ara. Artık onlar bile yok. Whatsapp’ı bırakın, Facebook’tan bile DM gelmiyor. Elimizde akıllı telefonlar, gittiğimiz Bayram ziyaretlerinde birbirimizin yüzüne bakmıyoruz.
Bayram aslında yoğ muymuş?
Herkesin Bayramı kendine…
Aslında “Nerede o eski Bayramlar!” derken herkesin özlemini duyduğu şeyler aynı değil.
Herkesin Bayramı kendine özgüdür.
Bayram her eve farklı gelir; gelenekler, görenekler ve aile yapılarına göre her yörede farklı kutlanır.
Peki, o zaman neden çevremizden her Bayram artık bir klasik halini almış “Nerede o eski Bayramlar!” serzenişini duyuyoruz?
Ya da belki kendi içimizde hissediyoruz?
Ben ne bir “Bayram yeri” gördüm ne de Bayram ziyaretine gittiğim evlerden birinde likör ikram edildiğine şahit oldum.
Bayram bu kadar öznel bir deneyimse pek çoğumuzu “Ner’de o eski Bayramlar!” duygusuyla karşı karşıya getiren ortak motivasyon ne?
“Bayram sabahı yatılmaz.”
Bizim ailede Bayram ritüeli uzun yıllar boyunca hiç değişmedi.
Sabah çok,çok, çok, çook(!) erken kalkılır ve babamın Bayram namazından dönmesi beklenir. (Babam bizi bekler.) Babam eve geldiğinde –tabii ki- kimseyi hazır bulamaz ve “Geç kaldık.” diye söylenerek gazetesini okur. Ev ahali telaş içinde hazırlanmayı başarınca babamla bayramlaşır. Babaannem ve dedemin Erenköyü’ndeki evinde kahvaltıya gitmek, Bayram sabahının en büyük olayıdır. Ve bir de bayramlıklar… Yeni giysiler dolapta, hiçbir zaman kırmızı rugan olmayan yeni ayakkabılar da -başucumda değil- yatağımın altındaki yerlerinde, Bayram sabahını beklerler.
Babaannemlere geçmeden önce -bugün hala yerinde duran- mahalle fırınına uğranılır. İçeriye adım atınca çıtır çıtır simitler ve fırından yeni çıkmış poğaçaların kokusu iştahınızı kabartır. Hele bir de Ramazan Bayramıysa… Erenköyü’ndeki eve vardığımızda çoğu zaman babaannem daha çayı demlememiş, amcamlar da gelmemiş olur. Ama olsun, ama biz erken gelmişizdir ya babam için önemli olan da budur.
Sofraya oturmayı beklerken ben hemen dedemin yanına ilişirim. Onunla edebiyattan, tarihten, sinemadan -her şeyden- konuşuruz. O bana bitmek tükenmek bilmeyen hikâyelerinden birini, kendi çocukluğundaki Bayramları anlatır ya da bazen sadece gülümser. Bana hangi kitabı okuduğumu sorar, “cevap” yerine “yanıt” denmesine sinirlenir. Bayram tantanası başlayana kadar gözlerimin içine bakarak es vermeden ve aceleyle aktarır bana zihnimi şekilldendiren bütün birikimini.
Amcalar, kuzenler, herkes bu evde buluşunca dedemle sohbetimiz yarıda kalır. Kahvaltı sofrasında yerim bellidir. Dedemin yanında otururum. Çiğnenmeden yutulan lokmaların ve içilen onlarca bardak çayın ardından sıra Türk kahvesine gelir. Kahve de aynı telaşla içilir. Daha acıkmadan zeytinyağlı sarmalar mideye indirilir. Ekmek kadayıfı da eksik olmaz babaannemde. Karınlar dolu, mayışmış haldeyken babam sessizce oturduğu köşesinden aniden fırlayarak “Hadi gidiyoruz!” çağrısını yapar. Çekirdek aile üyeleri ellerindekileri bırakır. Apar topar çıkılır bu evden de.
Dedemin kız kardeşleri “halalara” geçer üç çekirdek aile sırayla. Babamın kız kardeşi yok dolayısıyla büyük halalar, herkesin halasıdır.
Halalarda yeniden biraraya gelindiğinde -sanki o gün ilk kez görüşülüyormuşçasına- yeniden bayramlaşılır. Herkesin karnı toktur ama halamın da zeytinyağlı sarmasının tadına muhakkak bakılır. Sesli asla söylenmez – düşüncesi bile ürkütücüdür- ama içten içe babaanne ile halanın sarmalarının lezzetleri kıyaslanır.
Bu evin yıldızı şekerparedir – rivayeten öyle denir çünkü kendimi bildim bileli karşıma ya 1 ya 2 kez çıktı. Bir rivayet daha vardır ki, dedem şekerparesini beğenmedi diye küçük hala – yaşça küçük olduğundan öyle denir- ağlamıştır.
Yemek yemekten, konuşmaktan yorgun eve dönülür ve bir Bayram da böyle sona erer. Bayramın asıl olayı da bu tantanalı ilk günüdür. Sonrasının pek önemi yoktur. Benim içinse babaannem ve dedemle Erenköy’ündeki Bayram kahvaltısıdır.
Dedem –kahramanım- aramızdan ayrılırken Bayramların da çok büyük bir parçasını yanında götürdü.
İşte şimdi, derin bir nefes verip ben de söylüyorum:
“Ner’de o eski Bayramlar!”
Eski Bayramlar deyince aklımıza neler geliyor?
Türk edebiyatında yazarlarımız “Bayram” için çoğunlukla şu betimlemeleri kullanıyorlar:
Eş, dost, akraba, komşu ziyaretleri
Kahvaltı sofrasından kalkar kalkmaz soluğu mahallede alan çocuklar
Pamuk helvacının, kâğıt helvacının, baloncunun, elma şekercinin, macuncunun, seyyar fotoğrafçının ve hatta seyyar salıncağın hazır beklediği Bayram yerleri
Bayramdan günler önce atılan tebrik kartları
Postanelerdeki telefon sıraları
Köy yerlerindeki toplu bayramlaşmalar
Mahallenin kolonyacısından doldurulmuş kristal kolonya şişeleri
Komşudan gelen, komşuya giden ikramlarBadem şekeri, likör ve Türk kahvesi eşliğinde uzayıp giden tatlı sohbetler
Yalnızca Bayramda çıkan Bayram Gazetesi
Torunlar için kolayla ütülenmiş mis gibimendillere sarılıp hazırlanan Bayram harçlıkları
Bayramlar hala aynı esasında, yerinde duruyor. Eski Bayramlara duyulan özlem, çocukluğun sorumsuz ve masum günlerine duyulan özlemdir. Çocukluktur giden, sevdiklerimizdir kaybedilen. Değişen saflığımız, dünyaya ve geleceğe bakışımız, dertler, önceliklerimiz, hayallerimiz…
Hepinize sevdiklerinizle, çocukluğunuzun Bayram şekerleri tadında Eskimeyen Bayramlar dilerim!