2023/12/06

“Nasıl anlatsam bilemiyorum içim içime sığmıyor

O deli dolu neşe dolu kişi ben değilim sanki

Dışarısı buz gibi lapa lapa kar var benim içim yanıyor

Eksi kırk derece soğuk suda bile yüzerim inan ki.”

John-fowlesBundan birkaç ay önce, kara sevda ile ilgili bir makale(*) okurken aklıma anında Barış Manço’nun şarkısı gelmişti. Yazıya göre “kara sevda” denilen şey gerçek bir olguydu ve insanın beyninde ciddi değişikliklere yol açıyor, beyni aşırı iyi hissettirerek karar mekanizmasını etkiliyor ve efektif kararlar alınmasını engelliyordu. Bazı vakalarda tedavi edilmesi gerekebiliyordu. Barış Manço’nun sözlerine bakarsanız dengesizliği hemen görebilirsiniz zaten, dışarısı buz gibi fakat siz yanıyorsunuz. Basit şarkı sözleri gibi görünseler de gerçeklerden bahseden sağlam sözler bunlar.

Eserlerinde beyni büken bu durumdan bahseden tek kişi Barış Manço değil tabii ki. Shakespear’den tutun, İsa’ya kadar tarih boyunca pek çok kişi kara sevdaya dikkat çekmiş. John Fowles ‘da bunlardan biri. Yazılarıyla modernizm ile postmodernizm arasındaki zirveyi tanımladığı veya oralara ulaştığı belirtilen, 1945 yılından sonra gelmiş geçmiş en önemli 50 İngiliz yazar arasında gösterilen John Fowlesun ilk romanı Koleksiyoncu‘nun erkek kahramanı da kara sevda hükümlüsü.

 

Frederick Clegg, belediyede çalıştığı odanın penceresinden görüp tanıdığı Miranda’ya kafayı takar. Önce “X” olarak, adını öğrendikten sonra “M” olarak günlük hareketlerini kaydettiği gözlem günlüğü ile başlıyor takıntılı faaliyetleri. Daha ilk andan itibaren bazen erkekler ile gördüğü Miranda’yı koşulsuz sahiplenme isteği belli ediyor kendini. Clegg, yalnız ve asosyal biri. Boş zamanlarında kelebek koleksiyonculuğu yapıyor ve bu konuda yetkinliği sonraki hareketlerine yön verecek kadar etkili. Zaten olacakları önceden haber veren bir hobi bu. Narin güzelliğe karşı acımasız bir tutum. Zaman geçtikçe Miranda hakkında bilgi toplamaya başlıyor. Mesela katıldığı Böcek Meraklıları Toplantısı’nda, Miranda’nın annesi hakkındaki dedikoduya kulak misafiri oluyor. Yerel gazeteden Miranda’nın burs aldığını ve güzel sanatlar öğrenimi için Londra’ya gideceğini öğreniyor. Tam bir iz üstündeki avcı anlayacağınız.

collector-koleksiyoncu-Frederick-Clegg

Gel zaman git zaman Bay Clegg, güzel Miranda’nın türünün tek örneğini olduğunu düşünmeye ve onu koleksiyona dahil etmesi gerektiği konusunda kendini ikna etmeye başlıyor. Miranda’nın özgürlüğünden olması pahasına, güzelliğinin sonsuza kadar korunabilmesi için koleksiyonda olması gereklidir. Küçük yaşlarda kaybettiği ailesi nedeniyle mazbut Annie halası ve kıl kuzeni ile yaşamaya mahkum olan yalnız Bay Clegg; Miranda hakkında hayaller kurmaya, ardından planlar geliştirmeye başlıyor. Bu arada şans da Clegg’e yardım etmeye karar vermiştir: Halası ve yeğeni Avusturalya’ya yerleşmeye karar verir ve daha da önemlisi, yirmi yaşından beri oynadığı lotoda büyük ikramiyeyi kazanır. Hayat işte tam böyle bir şey sevgili okuyucu: Hayatının her gününü ilgilendiği işlere ayırmak ve sevdiklerim ile rahat rahat geçirmek için yıllardır loto oynayan bana, bırakın ikramiye, kuruş bile çıkmamıştır ama sapkın planlar, obsesif fantaziler kuran birine anında büyük ikramiye çıkar. Şaka bir yana, “Operasyon Miranda” için artık her şey hazırdır. Clegg, koleksiyonuna katmayı arzuladığı bu nadide parçaya yeteri kadar zaman tanınırsa sevgisinin karşılığını alabileceğini bile düşünmektedir. Bundan sonra olaylar Clegg’in neredeyse hatasız planının doğrultusunda hızla gelişir.

Koleksiyoncu-the-collector-movie-john-fowles

John Fowles’un anlatımı çok etkileyici. Kitabın ilk bölümünde olaylar Frederick Clegg tarafından aktarılıyor. Daha sonra Miranda’nın tuttuğu günlüğü okuyoruz. Olaylara bir de tam karşı taraftan şahit oluyoruz. Clegg oldukça kapalı birisi, bütün hareket ve düşüncelerini bir şekilde rasyonalize ediyor kafasında. Dolayısı ile her zaman haklı ve kendisine yöneltilecek olumsuz eleştirilere karşı korumasını bu şekilde sağlamış biri. Hıyarın teki bile diyebiliriz açıkça. Öte yandan Miranda, tam tersi bir konumda. Sanat ile ilgileniyor; hayata dair fikirleri, gelecek planları ve tabii ki kafasının karıştıran gönül ilişkilerine sahip. Zaten tutsaklık günlerinde zaman zaman geçmişi ile ilgili hesaplaşmalar yaşıyor kendi içinde. Clegg’ten kurtulur kurtulmaz yapacağı şeyler var. Fowles romanın iki ana karakteri arasındaki bu çekişmeyi sınıfsal bir mücadele olarak okumamızın çok da doğru olmadığını belirtmiş. Romanın mesajının faşist bir yaklaşımı olmaktan çok doğuştan gelen farklılıkların, eğitim ve hoşgörüyle biçimlendirilerek vahşi sonuçlara neden olmadan, karşılıklı anlayış ve kabullenme ile üstesinden gelinebileceğini düşündüğünü beyan ediyor.

koleksiyoncu-john-fowles

 

 

Böyle etkileyici bir kitabın gerçek hayatta izdüşümleri olduğunu da bilin. Kitaptan esinlenen mi ararsınız yoksa Clegg’in, Miranda’ya kafayı takması gibi obsesif bir şekilde kitabı takıntı haline getirenler mi ararsınız? Bu fantastik hayatta hepsi gerçekleşiyor. Kitap yayınlandığından beri, muhtelif olaylarda seri katiller, insan kaçıranlar ve işkencecilerin Koleksiyoncu’yu ilham kaynağı olarak benimsedikleri ya da davranışlarını rasyonalize etmek için bu kitaba başvurdukları görülmüş.

John Fowles, okuduğum en iyi yazarlardan biri. Bir ilk kitap olarak Koleksiyoncu da üzerine düşen bütün görevi yerine getiriyor. Fowles’un Magnum Opus‘u ve Büyücü için gerekli ortamı sağlayan bir roman. Kaçırmayın.

 

 

 

 

Cem TOPUZ

Yorum Yapmasam Olmaz :)