2024/03/28

Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce Mor Cepken konur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir. Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi. Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde Mor Cepken’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu “ben bu herifi boşadım” anlamına gelirdi. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz. Karısına Mor Cepken’i çıkartamazsa ömür ömüre dul kalacaktır. Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez. Körocak olarak kalır.

Kadının dik duruş sembolü: Mor Cepken

Osman Şahin kitap eki sürecinde tanıdığım en değerli insanlardan biri benim için. Bütün nezaketi ve güler yüzü ile tanıdığım Osman Abi, bu süre içinde hiç değişmedi. Osman Abi ile ne zaman sohbet etsek Anadolu toprağının konuştuğunu sanırım. O bir hikaye toplayıcısı ve hikaye anlatıcısıdır. Öylesine insan kısa ömründe her zaman rastlayamıyor. Bize kitabını getirdiği zamanlarda saatlerce onu dinlerim. Akşamında da kimle buluşursam Osman Abi’nin bana anlattıklarını o kişilere büyük bir heyecanla anlatırım. Çünkü onun anlattığı her şey paylaşılmaya değer hikayeler ve insanlarla doludur.

1940 yılında Mersin’de 1500 metre yükseklikte sedir ve çam ağaçlarının kokusunun içine doğar Osman Şahin. 13 kardeşin biridir. Toros dağları’nın soğuk ve keskin rüzgarıyla masal anaların elinde halk ozanlarını, destan söylencelerini dinleyerek büyür. Daha sonra ikinci doğumum dediği Dicle Köy Estitüsü yıllarında kitapla tanışır. Doğaya, insana, Anadoluya tutkun, toplumun can damarlarında dolaşan Osman Şahin’i var eden bu harman bize “Kırmızı Yel”, “Acenta Mirza”, “Acı Duman”, “Fırat’ın Sırtındaki Kan: Bucaklar” vb. nicelerini armağan etmiştir. Yaşar Kemal “Bana on Türk öyküsü seç deselerdi birini ‘Kırmızı Yel’ seçerdim” demiştir. Ayrıca bugün halka mâl olmuş “Kibar Feyzo”, “Züğürt Ağa”, “Adak”, “Kurbağalar”, “Gülüşan”, “Keriz” gibi birçok film onun hikayelerinden senaryolaştırılmıştır.

Osman Şahin yaşayarak, içinde bulunarak, giderek, görerek öykülerini kaleme alan toplumcu gerçekçi yazarlarımızdandır. Doğu ve Güneydoğu’nun gerçekliğiyle bizi yüzleştiren, feodalitenin çürümüş düzeninde mazlumu ve güçlüyü resmeden, yörük kültürünün destansı hikayeleriyle bizi buluşturan hep odur. Osman Şahin eşsiz bir folklorcudur.

Osman Şahin geçtiğimiz hafta bizi yeni bir öykü kitabı ile selamladı; “Mor Cepken

Kadının toplum içerisindeki kıstırılmışlığı, yayılan muhafazakâr bilinç ile kendini daha da göstermeye başladı bilindiği üzere. Sadece feodalitenin hüküm sürdüğü bölgelerde değil modern şehirlerin merkezinde cinayetlere tanık oluyoruz. Osman Şahin “Mor Cepken”de bu konuya öyle bir yerden dokunuyor ki gerçekten modernitenin şaşkın kadınları olarak bakakalıyoruz geçmişe. Şahin, yörük kültürünün içinden bir hikayeyi gün yüzüne çıkarıyor ve bizi gerçek Anadolu ile okşuyor.

Bir röportajında yazar sözünü Mao’nun şu alıntısıyla bitiriyor; “Gökyüzünün yarısı kadınların ellerinin üstündedir” “Mor Cepken” bu sözün bir izdüşümü ve bir direnişin, dik duruşun kitabı olarak hayatımıza yerleşiyor. Biz de Osman Şahin ile kitabı üzerine konuştuk… Buyrun…

-Bugüne kadar yayınlanmış otuz kitabınız var. “Mor Cepken” bu toplamın içinde on beşinci hikaye kitabı. Bize kitaba adını veren öykünüz “Mor Cepken”i anlatır mısınız?

“Mor Cepken” unutulmaz büyük bir aşk öyküsüdür. Öykü okunduğu zaman bunu herkes anlayacak. Mor Cepken, göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır. Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır. Mor Cepken, Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.

Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce Mor Cepken konur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir. Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi. Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu. Mor Cepken evlilikte yeri, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.

Mor renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir. “Mor Çatı” adı oradan gelir. Bizler dünyaya Mor Cepken’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “Mor Cepken Günü” olarak kutlardık.

Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde Mor Cepken’i giyip herkesin görebileceği bir yere oturdu. Bu “ben bu herifi boşadım” demektir. O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır. Masal anaları ile doğum ebeleri Mor Cepken giyen kadının çevresini alırlar. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz. Büyük ödün verip de karısına Mor Cepken’i çıkartamazsa ömür ömüre dul kalacaktır. Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez. Körocak olarak kalır.

Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz! Bu olay günümüzde olsa erkek Mor Cepken giyen karısını herkesin gözleri önünde vurur, öldürür.

-Kalkınma anlayışımızda bir sakatlık var galiba…

Bir ülkenin kalkınması camilerinin büyüklüğü ile sayısıyla belli olmaz. Bir ülkenin çağdaşlık düzeyi kadınlarına, çocuklarına verdiği değerlerle ölçülür. Tuvaletlerinden belli olur bir de. 76 milyonun 20 milyonu çocuklardan oluşuyor ve 20 milyonun 7 milyonu bakımsız yarı çıplak durumdadır.

Her gün en az 2-3 kadın öldürülüyor. Öldürülen kadınların sayısı 7 bin’i geçmiş durumdadır. 1984’te 8 milyon nüfuslu İsveç’te 8 bin kütüphane vardı. 2016 yılında ülkemizde kütüphane sayısı 1470’dir. Günümüz Hollanda’sında ve Belçika’da doğan her bebeğe sağlık kartı ile kütüphane kartı çıkarılır. Bebe bir yaşına gelince boyama kitapçıkları gönderilir. Böylece kitaplara alıştırılır.

Biz de ise Atatürk’ün getirdiği çağdaş eğitim yasaları altüst edildi. Eğitim Birliği Yasası parçalandı. 17. yüzyıldan kalma 4+4+4 eğitim sistemi getirildi. Bunun asıl adı dindar ve kindar nesil yetiştirmektir.

Oysa eğitim insanlık tarihi kadar eskidir. Paranın dağıtımından daha önemlidir. Gerçekçi eğitim sistem  halka yalan söylememeyi öğretir. Sonuçta resim galerileri kapandı, kitaplar okunmuyor, 18 milyonluk İstanbul’da opera yok, nitelikli edebiyat dergileri satmıyor. Kitap okumayan insan duyduğuna inanır, binlerce yıl önce de öyleydi. Kitap okumayanın duyduğuna inandığını en iyi dindarlar biliyorlar ki gece gündüz televizyonlarda bağırıp çağırmadan duramıyorlar.

Gerçek dram ağır ceza dosyalarında

-Öykülerinizin hemen tamamı dışardan bakılarak değil içeriden bakılarak yazılmış. Örneğin kitabımızda yer alan “Cinayet Canlandırması” adlı öykü can alıcı kadın sorununa erken evlendirilmelere parmak basıyor. Biraz anlatır mısınız?

46 yıl önce yazarlığımın başında Cumhuriyet gazetesinde usta yazarlarımızdan Necati Cumalı bana “Susuz Yaz” eserinin konusunu ağır ceza dosyasından aldığını, Anadolu insanının gerçek dramının ağır ceza dosyalarında yattığını söylemişti. Necati Cumalı ustamın bu sözleri kulağımda yer etmişti.

2007 yılında Can Yayınları’ndan çıkan “Sonuncu İz” adlı öykü kitabımda “Maharık” ile “Acı Kahve” öykülerimin ana kaynağının Urfa Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyaları olduğunu söylemeliyim. “Mor Cepken“deki uzun öykü “Cinayet Canlandırması” da Urfa Ağır Ceza dosyasından alınmıştır. İbretlik bir öyküdür..

Feodal kültürün yeterince kırılamadığı yörelerde babaların, anaların torun seveceğiz, evlatlarımızın mürüvvetini göreceğiz diyerek 12-13 yaşlarındaki kızlarını, oğullarını evlendirmeleri, masraflı, pahalı düğünler, pahalı takılar, kesilen kurbanların kanıyla örtülmeyen görkemli(!) zenginliğin altında nasıl bir ilkelliğin, zavallılığın yattığının, beyaz gelinliklerin kefene, kana dönüştüğünün acı öyküsüdür.

Ülkemizde sayıları 4,5 milyonu bulan çocuk gelinler ile çocuk damatların olduğunu, son yıllarda öldürülen kadınlarımızın sayısının 7 bini aştığını biliyoruz.

-İnsan hikâyelerine çok önem verdiğiniz anlaşılıyor. Öykülerin hazırlık aşaması ve yaratım aşaması nasıl oluyor?

Yazacağım her öykü için önceden mekan araştırması yaparım. “Mor Cepken”de yer alan “İkiz Körler” öyküsünde gözleri görmeyen, ellerini birbirine vura vura küçücük tozlu alanda yürümeye çalışan ikiz körler gerçek kişilerdir. Ünlü sansar avcısı Tırtarlı Ese ile oğlunun öcünü aldırmak isteyen Karaali de gerçek kişilerdir. Bu öyküdeki karakterler tipler gerçektir.

“Anafarta Kurşunları” öyküsünü yazmaya beni ateşleyen Cemal Süreya abimin şiiri olmuştur. Bu öykü 100 yıl önce yedi düvele karşı verdiğimiz destansı Çanakkale Savaşı’nın yanısıra, 70-80 yıldır gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin, kitapların yurdu Cağaloğlu’nun öyküsüdür. Cağaloğlu’nun en eski dizgicilerinden Şefik Abi’nin 50 yıl önce anlattıklarının öykü olarak yazılmasıdır.

O zamanlar Cağaloğlu’nda binlerce, yüzbinlerce kurşun harfler vardı. Gazeteler, dergiler, kitaplar kurşun harflerle dizilir, forma forma bağlanır, baskıya verilirdi. Şefik Abi yere düşen kurşun harfleri ekmek kırıntısı gibi öper başına koyardı. “Can almış, binlerce kana girmiş harflerdir bunlar” derdi. Nedenini sorduğumda Cağaloğlu’nda Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerdeki kurşun harflerin vaktiyle Çanakkale Savaşı’nda sıkılan kurşunlardan yapıldığını, Çanakkale’de metre kareye 8-10 bin kurşun sıkıldığını söylemişti.

Şefik Abi’nin “Kurşun Harfler” anlatısı derin izler bırakmıştı bende. Çanakkale Savaşları’nın geçtiği yerlere 2-3 kez gittim, gördüm, inceledim. Öylesine etkilendim ki rüyalarıma girmiştir.

(Mor Cepken, Osman Şahin, Can Yayınları, 96 s)

Damla Yazıcı

Yorum Yapmasam Olmaz :)