
Sadece bayramlarda ziyaretine götürüldüğüm büyük Hala vardı. Büyük Hala ve kızı Aynur. Aynur Abla ters giden bir ameliyatı yüzünden kambur kalmıştı. Evleri iki katlı, ahşap bir evdi. Evin içinden geçip, mutfaktaki dış kapıdan arka bahçeye çıkabiliyordunuz. Güzel ve eski bir evdi. Büyük Hala’yı severdim, Aynur Abla biraz grotesk görünüşüne rağmen daima sevecendi. Orasıyla ilgili tek sorunum, üst kata çıkan merdivenler ve üst kat idi. Korku filmlerinin (Hellraiser, Poltergeist vb.), henüz yorulmamış çocuk zihnime doldurduğu imgeler nedeni ile, ne zaman o merdivenlerin başında yalnız kalsam, içimi korku sarar, sanki yukarıdan biri seslenecek ya da birşeyler merdivenlerden yavaş yavaş düşmeye başlayacak diye bekler, bunun olması durumunda avazım çıktığı kadar bağırarak kaçtığımı hayal ederdim. Yukarı katın daima karanlık olması, evin serin havası ve kendine has kokusu beynin kıvrımlarında sıkışmış kalmıştır.
Saatçi Bayırı’nı okurken kafamın içine üşüşen anılarımdan biri bu. Aslında içine girilmesi ilk sayfalarda zor bir roman, çünkü olup biten bir kişinin gözünden aktarılmıyor. Her bölümü, sırası gelen tanığın ismini görerek okumaya başlıyorsunuz. Bu farklı görüşlerde, yazanın anıları, yıllar geçtikçe birikmiş deneyimlerini okumak ve en nihayetinde, insanın kurulan bu cümlelere yabancı olamadığını fark etmesi ile kitap bulunduğunuz odayı dolduruveriyor. Birden çok karakterin işin içine girmesinin başka bir güzelliğide sayfalar ilerledikçe olaylara farklı yönlerden bakabilmek ve bunun okudukça kendiliğinden gelişmesi. Farklı bir bakış açısı geliştirmek için düşünmeye gerek kalmadan, zaten bunu yazılmış olması romanı samimi bir hale getiriyor.
Tanıdık duygular uyandırıyor Saatçi Bayırı. Bir karakteri dinlerken, sanki çocukken arkadaşın günlüğünü bulmuşta gizli gizli okuyormuşçasına, bir diğerine geçince sahne,
bu sefer eski bir dost ile karşılaşmışta geçmiş günleri konuşuyorsunuz gibi hislere kapılmak mümkün. Okudukça hatırlıyorsunuz; Hem kendi çocukluğunuzu, hemde ilk defa okumanıza rağmen bu kadar tanıdık gelen anılar yolu ile aslında insan deneyiminin ne kadar birbirine benzediğini ,farkların çok ufak detaylardan kaynaklandığını.
Oya, Ebru, Burcu, Ülkü veya Cem… ne kadar fazla görüşü okusakta kitapta, aynen hergün ilişki içinde olduğumuz onlarca insanın görüşleri gibi, günün sonunda yatağa girip biraz düşündüğümüzde aklımızın süzgeçinden geçip kavradığımız değişmez temalar var hayatımızda. Saatçi Bayırı’ında bu tarz can alıcı kavrayışlarda bol miktarda. Araba ile gitmekte olan Oya’nın arkadan gelmekte olan araca ayıp hareketler yaptıktan sonra, iyilik-kötülük hakkındaki şu anlatımına katılmamak mümkün mü bilemiyorum:
“Hayatta iyiyle kötü arasında bir denge vardı. Bu dengeyi sağlayabilmek için de hem iyi, hem kötü olabilmek gerekliydi. Sadece iyi olmak dengeyi bozuyor, bütün insanlığın dengesini bozduğu için kötülük haline geliyordu sonunda. Bence gerçek iyi insan gerektiğinde kötü olmasını bilendir, dünyanın dengesiyle oynamayandır.”
Romanın tek sorunu bir yere gitmemesi. Elinize geçen bu samimi roman, o kadar çok şeyi anlattıp Oya’nın ailesi ve komşuları ile haşır neşir olmanıza yol açtıktan sonra sanki Oya’nın büyüyüpte çocukça bir günlük tuttuğunu düşünüpte bir anda yazmayı bırakması gibi bitiveriyor. Tabii romanın sonunda bir çözülen bir düğüm var, kavuşan iki uç var. Ama anlatılan onca şeyden sonra bu düğümün etkisi pekte hissedilmiyor.
Cem TOPUZ
4400th@gmail.com