
“Her kelime, sessizlik ve hiçlik üzerinde gereksiz bir leke gibidir.” – Samuel Beckett
Daha önce de değindiğimiz üzere ülkemizde çizgi-roman yayıncılığının yeniden, geç de olsa hareketlendiği bir döneme giriyoruz. Dağıtımından, yayın ve okur adedine kadar türlü sorunlar hala mevcut bulunsa da her ne kadar istediğimiz hız ve adette raflarda göremesek de hiç olmazsa klasik ve kült çizgi-roman eserlerinin tercümelerinin birer birer raflardaki yerlerini almaları sevindirici bir gelişme. Ülkemizde en az her sanat dalı kadar ve daha da fazlası öteleme ve itelemeyle karşılaşan bu sanat ve öykü dalını gönül ister ki bütün dünya ile aynı anda, güncel olarak takip edebilelim, sadece yurt dışında yapılanları değil, ülkemizde de üretilenleri her hafta bol bol işleyebilelim. Görünen o ki oraya daha çok var. Türk çizgi-roman okuru olarak şu an hiç olmazsa nadiren raflarda yer bulan eserleri kucaklamak ve sahiplenmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Elbette yabancı dili olanlar için, ne yazık ki birkaç adetle sınırlı olan, sadece çizgi-roman satışına yönelik noktalardan, yabancı çizgi-romanları, o da ancak sipariş edebildikleri kadarı ile takip etmeniz mümkün. Genel gelir durumu göz önüne alındığında, yerleşmiş bir fan, takas, kütüphane kültürü de olmadığından -ki çizgi-roman için bu daha da vahim boyutlardadır, okurun büyük çoğunluğu için güncel olarak çizgi-romanı takip edebilmek ne yazık ki hala lüks sayılabilir. Bu durumda okurun büyük çoğunluğunun da internet üzerinden korsan olarak yabancı çizgi-romanları edinmeye itildiğini söylemek haksızlık olmaz. Bu nedenle bir başka sorun olarak; uzunca süre yerli yayıncıların bıraktığı boşlukta internetten dosya paylaşımına yönelen okurların, tekrar raflara yönelmesi de zaman alacaktır. Bu açıdan çizgi-roman klasiklerinin ve türün en güzel örneklerinin tercümelerinin özenle ve ivedilikle, belki yayınevleri adına bir müddet daha kâr oranı gütmeden raflara taşınması bu süreci kolaylaştıracaktır. Birkaç hafta evvel Jason Lutes’un Berlin üçlemesinin ilk iki cildinin dilimize kazandırıldığını bu sayfadan duyurmuştuk. Bu hafta da İletişim yayınlarının dilimize kazandırdığı, olabilecek her türlü çizgi-roman ödülünün yanı sıra, 1992 yılında Pulitzer ödülünü de kazanan, Art Spiegelman’ın Maus’undan bahsedeceğiz.
Art Spiegelman (asıl adı Arthur Spiegelman), 1948 İsveç doğumlu ve Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu. Ailesiyle Amerika’ya göç ettikten sonra, ailesi her ne kadar onun diş hekimi olmasını istese de sanat ve felsefe eğitimi aldıktan sonra çizgi-roman üzerine çalışmaya başlar.
Çizgi-roman türünün önemli savunucularından biridir. 1970’lerde ekol halindeki bağımsız Underground Comix ekolüne giriş yapar. Bu dönemdeki çalışmaları nispeten kısa ve kısmen otobiyografik temalara dayalıdır. Bu dönemdeki çalışmaları 1977’de bir araya toplandıktan sonra Spiegelman, daha uzun bir çizgi-roman üzerinde çalışmayı kafasına koyar. Soykırımı ilk elden gören ve yaşayan babasının anılarından yola çıkarak Maus’u şekillendirmeye başlar. Tamamlanması 1980 yılından 1991 yılına kadar, 11 yıl süren çizgi-roman, soykırımı ele alış şekli, tarihi detayları, görsel imgeleri ve derinlikli yazını sayesinde bir hayli ses getirir ve ona ödül üzerine ödül kazandırır. Şüphesiz bu ödüllerin en büyüğü 1992 yılında aldığı Pulitzer’dir. Bu açıdan Maus’un çizgi-roman tarihi açısından bir başka önemi, Maus ile birlikte ilk kez bir çizgi-romana gösterilen akademik ilgidir. Dolayısıyla da çizgi-roman türünün saygı görmesine ve daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli katkıları olmuştur.
Maus’un dışında In The Shadow Of No Towers, Breakdown, Be A Nose dışında çocuklar için yarattığı Open Me I’m A Dog çalışmaları bulunur. Yine aynı şekilde pek çok çizgi derlemesinde de katılımı ve katkısı bulunan Spiegelman’ın çarpıcı çalışmalarından biri de Paul Auster’ın New York üçlemesinin çizgi-roman versiyonuna yaptığı katılımdır.
Çizgi-romanlarında genel olarak metinlerinin çizgilerinin önüne sıklıkla çıktığı görülür. Diyalog yaratımında çoğunlukla bir öykücüden ziyade bir romancı gibi davranır. Çizgi-romanlarının getirdiği ses ve oluşturduğu drama faktöründe de bu diyaloglar oldukça yüklü bir hacim kaplar. İmgelediği karakterlerinin aksine, sayfalarında sessizliğe adeta düşmandır, öyle ki sürekli olarak düşüncüleri anılar, gerçek söylenceler ve tarihle yoğurmakla meşguldür. Maus, Spiegelman’ın babasının anılarından yola çıkarak Nazilerin yarattığı dehşetin ve soykırımın hem öncesini, hem soykırım yıllarını hem de sonrasını ele alır.
![]() |
Dönemin sorularını ve sorunlarını üç ana katmanda birleştirir. Her bölümün içerisinde bir başka tarihi süreç aniden sayfalara çıkarak örtüşmeye neden olabilir. Barındırdığı ciddi konuyla anlatıdaki hiyerarşiyi, kültürel sıralamayı bir açıdan tepetaklak ettiğini gözlemleyebiliriz. Babadan oğla aktarılan bir öyküyü, bir şahitliği yeni bir formla okuma şansına kavuşuruz. Dönemin normlarını tersine çevirerek, Nazilerin ve dönemin savaş dünyasının tek tipleştirdiği ve aynı kalıba soktuğu, kartonlaştırdığı karakterlerini, bu korkutucu gerçekliğin içerisinde aynı tek tipleştirme modeli ile Freud’un psikanalizine bağımlı yeni bir okumaya dönüşümüne tanık oluruz. Yahudileri fare, Nazileri kedi şeklinde tek tipleştirerek sürüklenilen dehşete ilk elden tanıklığı kuvvetlendirmeye ve karşı-toleransı gittikçe azalan dönemin depresyonunu gerçek kılar. Bilinçli şekilde gerçekleştirilen bu minyatürleştirme aynı zamanda soykırıma yönelik bilinç içi ve dışı yanıtların da basitleştirilmiş, küçük izlerini rahatlıkla taşımasına yol açar. Bu açıdan Spiegelman’ın post-modern yazının da aracı bir örneğini sergilediğini söylemek mümkün olduğu gibi, post-modern bir melankoliyi çizgi-romanda ilk olarak yaratan sanatçı olduğunu söylemek de mümkündür. Maus’u yaratım süreciyle ilgili bir söyleşisinde Spiegelman, “ölümleri ve cinayetleri çizmek karşılaştığım zorluklardan biriydi. Çünkü çizgi-romanlardaki ölümler genellikle canlı değildir. Ölümün gerçekliğini yansıtmazlar,” der ve soykırımın şiddetini aktarmakta geri durmak istemediğini, ancak bu şiddeti yansıtırken de panelleri kullanarak, lisanı ve anlatıyı ön plana çıkardığını anlatır.
Okuduğumuz sayfa boyutlarında basıldığında daha iyi görüneceğini ve detayları eklemekte kolaylık sağlayacağından çizgi-romanı olduğundan daha büyük boyutta çizdiğini anlatır. Maus’un tarih dersi vermek gibi bir amacı olmamasına karşın, bu alanda da bir kullanımının mümkün olduğunu, olan şeylerin tarihi gerçekliğe ve belgelere tutarlılıkla anlatıldığını savunur. Bu detaylar arasında okurken aklınıza kazınacak çok fazla küçük ayrıntı olacağını söylemeliyim. Özellikle post-travma dönemini içeren anlatıların, okuyucuya travma günlerinin gerçekliğini yansıtmasındaki yardımcı rolü yadsınamayacak öneme sahip.
Klasik, tanıktan aktarmanın canlandırılmasıyla şekillendirilen anlatıya çeşitli katmanlarda farklı etmenlerin dâhil olduğunu da gözlemliyoruz; aile arşivinden gerçek fotoğraflar, bir krematoryumun detaylı planı, bir ayakkabı tamiri kılavuzu vb. Bütün bu kullanılan detaylarla okurun tarihi olgulardaki pozisyonu da ruh hali gibi dalgalanır. Adım adım her şey gittikçe insani bir gerçekliğe bürünür.
Okumayı bitirdiğinizde karşılaştığınız bütün bu dehşetin artmasına neden olan da sanırım bütün bu ayakları yere basan insani öykü katmanları olacaktır. Bir başka dikkat çekici nokta da okurken, Spiegelman’ın bu anlatıdaki yerini düşünmenin, ikinci veya üçüncü okumaya katacaklarıdır. Elinize ikinci kez, bu sefer babasının anlatılarını dinleyerek kendi kökenlerini arayan bir gencin öyküsü olarak ve Spiegelman’ın bu öyküyü toparlama, kâğıda dökme macerası olarak aldığınızda bir başka katmanla karşılaşırız. Maus’u zannediyorum ki nefes-alıp veren canlı bir klasik haline getiren, bu birbirinden ayrılamayan okuma katmanları. Kolay kolay elden ve akıldan düşmeyecek bu anlatıyı, ister çizgi roman sevin, ister sevmeyin tavsiye ediyorum. Önümüzdeki hafta görüşmek dileğiyle…
M. Salih KURT
mustafa.salih.kurt@gmail.com