2024/03/29

Suat Duman’dan “Dünyanın Leşleri”

Oyunun içinden nasıl kurtulacağız?

“Müruruzaman Cinayetleri” ve “Cinayet Mevsimi” romanlarının yazarı Suat Duman şimdi yeni kitabı “Dünyanın Leşleri” ile karşımızda. Polisiyenin kıvrak kalemlerinden biri olduğunu son kitabı ile daha da önümüze seriyor yazar. Türe farklı bir kurgu ve karakter yaratımı ile katkı sağlıyor. “Dünyanın Leşleri”nde büyük bir karmaşa içinde debelenen bir serseri ile karşılaşıyoruz ve kitap bittiğinde bu serseriyi çok seviyoruz. Suat Duman ile kitabı üzerine konuştuk.

-Polisiye genellikle cinayet odaklı ilerleyen bir tür olarak algılanıyor ancak “Dünyanın Leşleri”nde durum farklı. Bu algıyı kitabınız bağlamında nasıl açıklayabiliriz?

Polisiye asıl olarak bir muammanın aydınlatılma sürecini işler. Bu bir cinayet de olabilir bir kaçırılma hikâyesi de. Herhalde çoğunlukla cinayet odaklı ilerleyen hikâyeler yazıldığı için türün yegâne izleğinin cinayet olduğu şeklinde bir algı oluşmuş. Tabii cinayet büyük iş, okur özellikle onu görmek istiyor. Okura imkânsız cinayet fikri cazip geliyor, o imkânsızlığı darmadağın eden çok zeki dedektif fikri de. “Dünyanın Leşleri” bir cinayet hikâyesi değil. Alıştığımız anlamda bir dedektifi de yok romanın. Bu yönüyle türün kalıplarına birebir oturduğunu söyleyemeyiz. Diğer taraftan bir muamma bu romanda da baştan sona kendisini gizlemeyi başarıyor –ya da amaçlanan bu en azından. Fakat bu muamma kendisini hikâyenin merkezinde yer alan ve tüm karakterlerin peşine düştüğü bir nesnede, girift ilişkilerde ve toplumsal hayatın kuytularında gösteriyor daha çok. Dedektif bu işin altından nasıl kalkacak, diye sormuyorsunuz kendinize ama bakalım eleman başını bu beladan nasıl kurtaracak diye düşünüyorsunuz.

Hikaye, hayat gibi açık

-Kitap oldukça hızlı bir ritimle akıyor, sadece olay odaklı ilerlemenin ötesinde güçlü bir dil de içeriyor. Polisiyelerde genelde bütün yapı merak yaratmaya veya şifreyi çözmeye yönelik ilerlerken “Dünyanın Leşleri”nde başkarakter bakış açısı ve üslubuyla bunu kırıyor. Bu hesaplı bir şey miydi?

Tabii, romana çalışırken karakterin öne çıkacağını biliyordum. Fakat bir noktadan sonra, bilmiyorum hissediliyor mu, karakter kendi dilini ve mizacını daha baskın bir biçimde öne çıkarıyor. Bunu hem istedim hem de karakterin çekimine kapıldım diyelim. Hikâye, az önce de söyledim, kartların gizli karıldığı bir poker masası gibi kurgulanmadı. Tersine tıpkı hayat gibi, her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor ama hepimiz gibi romanın başkarakteri de bu açık oyunun içinden kendini nasıl kurtaracağını bilemiyor. Böyle olunca onu çevreleyen dünyayı, bu dünyanın onun gözünden nasıl göründüğünü okura vermem gerekiyordu. Hikâye hızlı akıyor ama bir yandan da karakterin bu baş döndüren akışın içinde neyi nereye konumlandırdığı da önem kazanıyor. Roman, anlatılan hikâye kadar karakterin dünyayı görüşü, olup bitenlerin karakterin zihninde ve bedeninde yarattığı değişimlerle de ilerliyor. Bu nedenle başkarakterin bakış açısı ve tutturulan dil, anlatılan hikâye kadar önem kazanıyor.

-Bazı noktalarda yabancı edebiyatın izlerine rastlıyoruz. Sizi etkileyen yazarlar kimlerdir?

Türk Edebiyatında polisiye geleneği zannedilenden daha eskiye dayanıyor aslında. Neredeyse türün batılı örnekleriyle aynı dönemde yazılmaya başlanıyor. Bu konuda bir kazı çalışması yapan Labirent Yayınlarının Osmanlı/Cumhuriyet dönemi polisiyelerine dair yayınlarını anmak gerekir. Yine de dünyayla aynı ölçekte üretilmediği için sanırım, referanslarımız hep dışarıya ait oluyor.

Dünyanın Leşleri’ni yazarken yeniden alıp okuma gereği duyduğum birkaç metin oldu. Özellikle Raymond Chandler’ın kitaplarını saymak isterim. Onun kitapları, neredeyse sadece olayı anlatan, hiçbir gevezelik bulamayacağınız, sadeliğin doruğu polisiyelerdir. Kolay görünür ama çok zordur. Bana kalırsa türün hâlâ en büyük isimlerinden biri. Diğer bir isimse her zaman çok sevdiğim, her fırsatta adını andığım şahane insan Leo Malet ve Kara Üçlemesi. Üçlemeye de yine bu süreçte, gerek karakteri çevreleyen dünyayı kurarken ve çaresizce kaçan, başını kurtarmaya çalışan insanı anlamaya çalışırken dönüp yeniden baktım. Yine de romanın temel referansı, edebiyattan ziyade sinema oldu. Hitchcock ve onun 39 Basamak filmi romana hâkim olan ruh halinin hamileridir.

Mizahın en yakıştığı tür, polisiyedir

-Çağının dilini yakalamak, yazarın kalıcılığını arttıran bir unsur. Mizah bu noktada kitabınızda çok iyi bir grafikle ilerliyor. Mizahın polisiyede kullanımı ince bir çizgi ya da risk midir? Polisiyede mizahı nasıl değerlendirmeliyiz?

Polisiye yapıtlarda mizah hep var. Hatta mizahla en uyumlu, mizahın en yakıştığı tür diyebilirim. Kapalı bir dünya inşa edip, polisiye vaka dışında hiçbir şeye odaklanmazsınız polisiyede. Bütün o cinayetler, entrikalar olup biterken çevrenizde nasıl bir hayat yaşandığıyla pek ilgilenmezsiniz. Bu durum bana sorarsanız absürttür. Bir süre sonra tuhaflıklar, hem de kendiliğinden belirmeye başlar. Gergin bir ortam yaratırsınız, kan gövdeyi götürmektedir. Böyle bir ortamda nefes almanın yegâne yolu mizahtır. Yazarın da, hikâyenin de, okurun da gereksindiği bir mizah. Polisiyede mizahı bu noktada gerekli buluyorum, tabii merak unsurunun, muammanın önüne geçmemesi gerekiyor. O noktadan sonra parodi başlıyor çünkü. “Dünyanın Leşleri”nde karakter hayatın içinde, hem de bütün vücuduyla. Beri yandan hikâyenin geçtiği zaman aralığı, hikâyeye yataklık eden İstanbul, o günlerin sokak mizahıyla da akıllarda. Haziran günlerinde ölümler de yaşadık evet, bir yandan da sokağın zorbalığa karşı geliştirdiği mizah diline şahit olduk ama. Direnişin tek boyutlu olmadığını anlayalım diye söylüyorum, direniş yalnızca gaz maskeleriyle falan olmadı, olmuyor. Cümle kurmayı beceremeyen, yazılanı okumaktan aciz bir yönetici sınıfa karşı mücadele en net dilde, sloganlarda, şiirde kendini gösterdi. Romanın zamanına da uygun olduğunu düşündüğümden “Dünyanın Leşleri”nde mizahın gerekliliğine başından beri inandım. Ne kadar oldu, işte orası “muamma”.

-Hikâyede arka fonda Gezi Ayaklanması’nı okuyoruz. Son dönemde pek çok yazarın eserlerine giren, politik ve toplumsal bir kırılma yaratan Gezi Olayları edebiyatta nasıl bir kırılma yarattı? Neleri değiştirdi, neleri dönüştürdü?

Gezi, romanda odak değil. Cezaevinden özgürlüğe adım attığını sanan karakterin başına daha çıkar çıkmaz gelmedik uğursuzluk kalmıyor. Bir de üzerine Gezi olayları. Adıyla sanıyla değil, karakterin bir yönüyle şansı bir yönüyle de şanssızlığı olarak zuhur ediyor. Haziran günleri Türkiye’de yaşayan herkes için bir şansa dönüşebilir, bu hâlâ mümkün, diğer seçenek kenarda köşede hatırasına kadeh kaldırmaktır. Bu olmayacak, Haziran’ı yaratan insanlar, aslında her biri başka tür bir yenilgiye denk gelen kahramanlık hikâyeleri dinlemekten yorulmuş, usanmış durumda zaten. Kahramanlık için oradalar, fedailik için. Bu nedenle Haziran’ın bitip gittiğini düşünmüyorum, yalnızca anımsatılması gerekiyor.

Okura ulaşmak kolay değil

-Türk polisiyesi hangi noktada ve nereye gidiyor? Okunan bir tür haline geldi mi? Polisiye okuru kaliteli polisiyeyi ve “leblebi” polisiyeyi ayırabiliyor mu?

Türkiye’de tür ayrımı yapmaksızın söylüyorum, çoksatarlar dışında okura ulaşmak kolay değil. Polisiyenin okuru elbette var ama bu her kitabın ya da her iyi kitabın okurun kitaplığına kolaylıkla ulaşabildiği anlamına gelmiyor ne yazık ki. Dünyada popüler bir tür kabul ediliyor ama burada kitapların satış oranları, çoksatar bir iki yazarı dışarda tutarsak üzücü boyutlarda. Hazır bir okur kitlesi ne yazık ki yok. Okur refleksleri genelde popüler olanın peşinden gitmek şeklinde beliriyor. Alternatif metinlere yönlendirmekse çoğu kez mümkün olamıyor. Edebiyatın düzeyi açısından bakarsak, çeviri metinlerle her açıdan yarışacak durumda polisiyemiz: çok iyileri de var çok zorlama/yapay metinler de. Ana kural burada da işliyor, kısa vadede popüler olan okunuyor, uzun vadede kurgusu sağlam, dili çalışılmış, hikâyesi orijinal kitaplar türün sürmesini sağlıyor.

 

(Dünyanın Leşleri, Suat Duman, Alakarga Yayınları, 188s.)

Damla Yazıcı

 

Yorum Yapmasam Olmaz :)