
Kimini yırtıp çöpe atmış, kimini 12 kere yazmış… ‘Elebaşılar/Hergeleler’, Mario Vargas Llosa’nın gençliğinde yazdığı hikâyeleri buluşturuyor. Usta romancı eserlerini yazma serüvenini ise ‘Genç Bir Romancıya Mektuplar’da anlatıyor.
Mario Vargas Llosa 2010’da aldığı Nobel ödülünden çok daha önce dünyaya adını romanları ve politik duruşuyla duyurmuştu. Güney Amerika edebiyatının büyülü dünyasından beslenen anlatısı, yöntemindeki çeşitlilikle ülkemizde de sevilmişti . Yazarın dilimize kazandırılan son kitabı ‘Genç Bir Romancıya Mektuplar’, onun hem eleştirmen ve romancı kimliği içinden yazın sanatına bakışını yansıtıyor, hem meraklı okura, yazar adaylarına yöntem çeşitliliğini anlatarak yol gösteriyor.
Bir roman ustası olarak bilinen Llosa’nın ‘Elebaşılar/ Hergeleler’, kitabıysa onun öyküde de Marquez, Fuentes, Cortazar kadar güçlü olduğunun bir kanıtı. Kitabın girişindeki sunuş yazısında Llosa bu öyküleri pek önemsemediğini belirtiyor. ‘Elebaşılar’ onun Lima’da öğrenci olduğu yıllarda yazdığı, beğenmeyip yırttıklarından geriye kalan öykülermiş. Alçakgönüllülükle şımarıklık arasında duran bu değerlendirme öykülere yapılmış haksızlık bence.
Yalnızca kitabın ilk öyküsü ‘Elebaşılar’ı okusaydım yazara hak verebilirdim belki. Lisede, sınav tarihlerinin önceden bildirilmesi konusunda okul idaresini uyarmak için eylem yapmaya ve bütün öğrencileri örgütlemeye çalışan dört-beş gencin, yani elebaşının mücadelesi ele alınıyor bu öyküde. Yazarın o yıllardaki anılarından derlediğini düşündüren bir çalışma. Ama hemen ardından gelen ‘Düello’ müthiş bir öykü. Erkek dünyasının maço tavırları, delikanlılık raconları, kimi zaman örtülü kimi zaman açıkça dile getirilen gerilim unsurlarıyla, doğallıkla anlatılıyor.
KISA FİLM ATMOSFERİ
Öykülerinde kısa film atmosferi yaratıyor Llosa. ‘Düello’da nedensiz yere çıkan, bıçakların konuştuğu dövüş sahnesini soluk soluğa okurken her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. Marquez’in öykü kişilerinden de, Steinbeck’in ‘Sardalya Sokağı’ ve ‘Uğurlu Perşembe’sindeki tiplerden de, Carver’in öykülerinde ele aldığı gençlerden de farklı yaratılan tipler. Öğrencilik yıllarını geride bırakmışlar. Anlatıcı, evli biri örneğin… Gözü kara ve acımasızlar. Pire için yorgan yakmaya hazırlar. Bizim insanımıza çok benziyorlar.
‘Küçük Kardeş’, güçlü dramatik yapısıyla öne çıkıyor. Av ve avcı üzerine olduğu kadar ırkçılığı da öykünün dar sınırları içinde geniş açıdan bir mercek altına alıyor. ‘Küçük Kardeş’i okuyup bitirdiğinizde kitabı kapıyor ve düşünüyorsunuz. Bir western filmi izlemiş gibi oluyorsunuz. Hemingway’in buzdağı kuramında olduğu gibi, yazarın bize söylediklerinin dışında söylemediklerinden çıkan öyle büyük bir öykü var ki… Onu size kurduruyor Llosa. Gücü de buradan geliyor. Okurken yazmıyorsanız, çoğaltamıyorsanız, içine giremiyorsanız o zayıf bir öyküdür.
Llosa, zaman değişse de gençliğin değişmeyen kaygılarını anlatıyor. Yine kalemini kameraya dönüştürüp bizi koltuklarımıza mıhlıyor. Ama rahat değiliz. Okuduğumuz öykü-izlediğimiz kısa film bizi kâh koltuğumuzdan kaldırıyor, kâh derin bir soluk aldırıyor. Öykü ilerledikçe gerilim de artıyor.
İÇERİK-BİÇİM İLİŞKİSİ
Kitabın ikinci bölümünü oluşturan ‘Hergeleler’in öncekilerden farklı bir yapısı var. Dil değişiyor, her şeyden önemlisi biçem değişiyor. 50’li yılların Lima’daki öğrenci Llosa’sı yoktur artık karşımızda. 1965 yılında Paris’te yazmıştır bu öyküyü. Bir gazete haberinden etkilenmiştir. Ant Dağları’nda küçük bir çocuk, köpeğin hayalarını ısırması sonucunda hadım olmuştur. Llosa gerçek yaşamdaki bu olayı kurgu dünyasına taşımak istemiştir. Bu hiç de kolay olmamıştır yazar için. Çünkü bu kez aradığı görüntü değil, sestir. Öyküyü 12 kez yazmasına karşın tamamlandığından bir türlü emin olamaz. Yaşadığı bu zorluğun nedenini yazar ‘Genç Bir Romancıya Mektuplar’ deneme kitabında (bunu roman için söylemiş olsa da) şu sözlerle de açıklamış olur: “Özgün romancı, yaşamın dayattığı emirlere uysalca itaat eder, sadece yaşadığı konularda yazar ve doğrudan kendi deneyiminden doğmayan ve bilincine bir zorunluluk gibi çöken konulardan kaçınır. Romancının özgünlüğü veya samimiyeti, zaaflarını benimsemesi ve onlara elinden geldiğince hizmet etmesine dayanır.”
Llosa’yı bu denli uğraştıran da bir ‘tarz’ bulmakta güçlük çekmesidir. Yine aynı deneme kitabının bir yerinde şöyle der: “…zira bir romanda anlatılanlar anlatım tarzından bağımsız olarak değerlendirilemez. Tarz, öyküyü inanılır veya inanılmaz, hisli veya gülünç, komik veya dramatik kılar.” Sonunda ‘Hergeleler’in tarzını bulur. Okuyanın onu bir şarkıyı dinliyormuş gibi algılamasını ister. Bir sesin peşindedir ve o ses duyulmalıdır. Kitabı İspanyolca aslından çeviren İnci Kut o sesi Türkçe sözcüklerle duyurabilmek için elinden geleni yapmış. Kut, ses dizimine özellikle dikkat etmiş. Temponun bir an bile aksamadığı, cümlelerin akıp gittiği, olay akışıyla dil ritminin örtüştüğü nefis bir öykü ‘Hergeleler’.
TÜRKİYE’DE SEVİLİYOR ÇÜNKÜ
‘Elebaşılar/ Hergeleler’ usta bir romancının kendine ait bir biçem yaratma, dilini kurma arayışlarını gösteren, ustalığını ilk elden yaratabildiğini kanıtlayan öykülerden oluşuyor. Yaşamın dramatik anlarına odaklanan, gerçekliğini insanın içindeki gizin aydınlanmasıyla yakalayan bu öyküler, ülkemizde Güney Amerika edebiyatının bu denli sevilmesinin gerekçelerini de açıklıyor. Bizden çok uzakta ama kültürümüzün son derece yakın noktaları anlatılan olaylarla gözümüzün önüne seriliveriyor.
Cemil KAVUKÇU
cemilkavukcu@hotmail.com
(Bu yazı 15 Mart 2013 Cuma Günü Aksam.com.tr’de ve Akşam Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.)