2024/03/12

“Rüya gördüğümüz gibi yaşarız – yalnız…”
– Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği

Son haftalarda elbette ne kadar mümkünse o kadar okuyabildiğim kitapların içerisinden, okur olarak karşıma çıkan en cana ve kana yakın sürpriz, Filiz Özdem’in yeni romanı “Rüya Bekleyen Adam” oldu. Daha önce “Yalan Sureleri”, “Düş Hırkası”, “Korku Benim ruya-bekleyen-adam-filiz-özdemSahibim” romanlarını, şiirlerini ve çevirilerini okuduğumuz yazarın, yeni romanı, gözden kaçabilecek oldukça ilginç değerleri barındırıyordu. Bu nedenle kişisel bir okuma macerası olarak anlatmayı daha uygun buluyorum. Samimiyetle itiraf etmem gerekir ki romanın beni çeken ilk ve en büyük özelliği işlediği ana konuya karşı, okur olarak doyumsuzluğum oldu; yani “yalnızlık.” Temelde, “Rüya Bekleyen Adam” bir “yalnızlık,” daha da çokluk ve bereketle bir “yalnız adam” öyküsüdür.

Öncelikli olarak burada -sıkça tekrarlanan bir hata olduğundan ve kavramın tuhaf kullanımlarının yaratabileceği farklı algı sebebiyle kitleleştirmek üzere ıssızlaştırılan, üretim adamlarla yalnız adamın karıştırılmamasını rica ederim. Yalnızlaşma ve yalnız olmak içeriden dışarıya doğru açılan bir şeydir, sıkça ve şekilcilikle ucuz kurguların sığındığı dışarıdan bireyin içine zorla tıkılmaya çalışılan bir bez parçası değildir. Ve yine aynı ucuz kurgularda bireysel yolculukların içine hapsedildiği haliyle boğazdan, anlatıldığı kadar da kolay çekilip çıkarılan veya öz-yıkımın fitili görevinden öteye geçemeyen bir bez parçası da değildir. Hıçkırıktır, evet, ama kutsanmadır da… Bir arpa boyu uzaktan bakıldığında, ne kadar anlatırsan anlat, ne kadar öznelersen ne kadar zarflarsan zarfla, pulu yapıştıktan sonra öykünün gerçekte gideceği tek bir adres vardır; yalnızlık seçim değil yazgıdır. “Rüya Bekleyen Adam”ın en samimi yanı da burada başlar. Birinci tekile sığmakta güçlük çeken kahramanı, ayırtına çoğunlukla varamadığı bir yazgının içinde çırpınmaktadır. Dağınık gitmekteyiz, farkındayım.

KAÇIRIR GÖZLERİNİ

bay-blanc-roman-grafYalnız adama duyduğum okur açlığını, kısmi pasajlarıyla en son dizginleyebilen roman, Roman Graf’ın “Bay Blanc”ıydı (Ayrıntı Yayınları, 2012). Şunu fark etmiştim ki yalnızlık ne kadar evrensel bir kavram olsa da özellikle batılı yazarların kalemine yansıyan “yalnız adam”  kavramı, bütüncül veya kısmi pasajlarda bireyin hem içine hem de dışına yönelik bir keşfetme yolculuğunu barındırıyordu.

Genelleyici, tepeden inme bir buyruk gibi işaret etmem imkânsız olacaktır fakat şahsi görüşüm, özellikle doğuya özgü “yalnız adam” figüründe ise bu şekilde bir yolculuğun gerçekçi bir karşılığı ne yazık ki yoktur. Yalnız adamı bizlerde –tabi o da olursa- yola düşüren, arayıştan çok buluştur. Kaçma ve bakınma değil, çoktan keşfetmiş olma halidir. Bu nedenle dışında omurgası düz, içinde ise kambur yalnız adam figürü, bizlerin daha sık gözlemleyebileceği dışında kambur, içinde ise naif bir öfkeyi taşıyan yalnız adamımıza esasında pek de benzememektedir.

Filiz Özdem’in, bu yaraya ilaç gibi gelen romanında dikkatimi çeken bir başka unsur, pek de üzerine konuşmayı sevmediğim edebi kalemin cinsiyet rengi üzerinedir. Hemcinslerimin, yalnız adam üzerine edebi doygunluğa ulaşmamış kurgularında gezinirken, hiç aklıma gelmeyen nokta şuydu: yalnız adamın öyküsü, en güzel haliyle ancak bir kadının kaleminden aktarılabilirdi. Nedenlerini görmek de çok kolaydı üstelik. Yalnız adam öykülerinde, sıklıkla öykünün tabanıyla bağdaştıramadığım “adam sen de” dercesine, inatla, şairin diş fırçasını şairin gözüne sürter gibi, ahmakça ve el yeteneğinden yoksun şekilde kayan, kurguya sokulup bulamaç edilen erk ve erkek öfkesinden, bir taşın altına saklanılmaya çalışılan fil misali sırıtan, yazarın kıskançlık ve hınç alma dürtülerinden arındırarak, mesele özünde başka türlü tutulamazdı. Ricam şudur ki yalnız adam öykülerini bir kez daha dikkatle gözden geçiriniz. Pek çok yazarın, yalnız adamı anlatmak yerine, bizlere kadınları anlatma gayretine hapsolduğunu ve bunu da bilincinin üstüyle değil altıyla kustuğunu göreceksiniz. Kayıptır çünkü. Ben varım, ben varım, ben, ben, ben, ben, der ve fütursuzca ezerek kadınları anlatır yalnız adamın üzerinden. Genelleme yaptığımın da aksini kanıtlayan ender örneklerin de farkındayım, üzülmeyiniz.

RÜYALARA 

Filiz Özdem’in kaleminde yalnızlığın bütünleştirici rolü de gözden kaçmamaktadır. Bireyleri bir araya getirmekte yalnızlığın rolü üzerine ayrımsamaların yapılacağı katmanda yazar, ilk gördüğü imgeye sarılan ucuz şair kıvamında hatırlatmalar yapmak yerine, ihaleyi beylik laflara yıkmayarak, meseleyi, içinde kambur bırakılmış yalnız adamın kaçırdığı gözlerinden okutur.

Bir araya getiren yalnızlığın yokluğunda, sanki birleşmek, bir olmak için arada bir neden de kalmayacakmış gibi kucaklanması mı? Bireylerin bireyler üzerine yalnızlığı dayatması ve nihayet(!) tükürürcesine yüzüne, zorla yalnızlaştırılması mı? Karar verilir elbette de yalnızın haberi olmaz bundan, olamaz… Ve böylece yedisinden yetmişine rüyalarının içinde bulacağı huzuru, heyecanı ve kaçışı bekler yalnız adam. Rüyaları gibi, gerçek hayatında uzaklaştığı yalnızlığı da anlıktır. Yaz yağmuru. “Yüreğimize ne güzel dokundun,” derken yazara, öyküden bir de Harput türküsü geçer… Ah, Elazığ… Yalnızlığınla ne yapmaktasın kim bilir? Birinci tekil susar, kitap kapanır, yalnız yalnızlığına, çoğul çoğulluğuna karışır, “Rüya Bekleyen Adam” üzerine yazmak için oturulur belki ve sessiz bir gecede hatırlanır elden ele uzatılan Fransızca bir şarkının güç bela hatırlanan nakaratı: “Ben yalnızlığımla asla yalnız değilim.” Şifa niyetine… Haftaya görüşmek dileğiyle…

M. Salih KURT
mustafa.salih.kurt@gmail.com

Yorum Yapmasam Olmaz :)