
Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri
Büyük yazarların yeni eserleri basıldıkça yazarın dünyasına bir adım daha atarız. Her yeni kitap yazarın kişiliğini, hayatını, fikirlerini, diğer eserlerini anlamamıza kapı aralar. Hele ki büyük yazarlardan birinin ilk eseri ölümünden sonra yayımlanıyorsa… Öyle bir eser düşünün ki yazar bunu yirmili yaşlarında yazsın – ancak gerek birikimi ile gerek üslubu ile ustalardan farkı olmasın -ve yayınevinin onaylamaması ile yirmi yıl yazmayı bıraksın. Sonra olgunluk dönemiyle karşımıza çıksın ve Nobel’i alsın. Bu hafta, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Çatıdaki Pencere” José Saramago’nun son kitabını, ancak esasında Saramago’nun yayınevlerince reddedilmiş ilk kitabını tanıtacağız. İlk kitapların önemini vurgulamakta fayda var elbet. Bazen ilk anda keşfettirirler yazarlarını bazen de yıllar sonra. Bazen keşfedilmeyen bir ilk kitap azmettirir yazarını bazense küstürür. “Çatıdaki Pencere”nin keşfedilememesi Saramago’yu yirmi yıl uzak tutmuştur okurlardan. Fakat bunların hepsinin dışında önemi şudur ki, bir tanışma, bir keşif kitabıdır ilk kitaplar.
CESUR BİR YAŞAM
Portekizli yazar Saramago’yu çoğumuz “Körlük”, “İsa’ya Göre İncil” romanlarıyla ve 1998 yılında aldığı Nobel Ödülü’yle tanıyoruz. Ancak edebi kişiliğinin yanı sıra siyasi fikirleriyle de damgasını vurmuş bir isim Saramago. Sadece Portekiz’de kitapları 2 milyondan fazla satmış yazar “İsa’ya Göre İncil” kitabıyla kilise tarafından afaroz edilmiş, uzun yıllar ülkesinde Komünist Parti’nin üyesi olmuş, İsrail’e gittiğinde işgal altındaki yerlere de uğramış ve bunu Nazi işgaline benzetmiş, mülteci kamplarını da Auschwitz’le benzerliğini vurgulayarak siyasi tavrını Filistin lehine ortaya koymaktan çekinmemiştir.
Hatta Nobel Ödülü’nün genellikle siyasi kararlar doğrultusunda verildiğine tanık olsak da Saramago’nun ödülü, siyasi gerekçelerle değil edebiyatıyla kazandığı fark edilmektedir. Yazarın eserleri yirmibeş dile çevrilmiştir. Saramago’yu farklı kılan nedir diye düşündüğümüzde kuşkusuz işlediği konular ve üslubu ön plana çıkmaktadır. İnsanları büyük bir ustalıkla, kusursuz bir şekilde ve anlatımı uzatmadan betimlemesi Saramago’nun en büyük özelliklerinden. Sıradan ve önemsiz görünüp de aslında hepimizin yaşadığı sorunları eserlerinde işlemesi, dingin bir şiddetle değer yargılarına tamamen karşı çıkışı okuyucunun Saramago’yla özdeşleşmesini ve O’nu ve eserlerini içselleştirmesini sağlayan en önemli unsurlardan. Üstelik dilinin zorlayıcılığına rağmen. Yazılarında sadece noktayı ve virgülü kullanmayı tercih eden yazarın kimi cümlelerinin bir sayfayı bulması, okuyucuyla buluşmasını engelleyen bir unsur değil. Saramago yazı dilinin kurallarına çok önem vermez ve vuruculuğu bakımından sözün ve akıcılığın önde olmasına inanır. Bu onun yazım kurallarına bağlılığını azaltır. Örneğin konuşmalarda tırnak kullanmaz, konuşma cümlelerini virgüllerle ayırır. Saramago için okuyucuyu zorlayıp gene de sevilmeyi başaran nadir yazarlardan diyebiliriz belki de. Eserlerinde alegorik anlatımı tercih eder. Canlandırma tekniğini çok güzel işler okuyucuya. Semboller üzerinden anlatıma önem verir. Kimi anlatılarında distopyaya yaklaştığı olur, ancak umutsuzluk hüküm sürmez, her şeye rağmen umut vardır. Kitaplarındaki kötümserlik havası Kafka’nınkine benzetilmektedir. Hayalgücünden yola çıkarak tarihsel olayları işler kitaplarında. Ancak bunu yaparken salt bir tarih anlatısından ziyade olaylara insani açıdan bakmaya özen gösterir. Kimi eleştirmenlerce büyülü gerçekçilik akımına bağlı olduğu için Marquez’e benzetilmektedir. Hayalgücünü temel alan kurguları masalsı olduğu kadar, pek çok eseri politik taşlama niteliği taşımaktadır.
Yazarın eserlerini bu tarzda şekillendirmesinde yaşadıklarının da payının olduğu göz ardı edilmemelidir. Saramago çok fakir bir aileden gelmektedir. Annesi okuma yazmayı bilmeyen bir kadındır. Saramago’nun lise mezunu olup üniversiteyi okuyamaması Lizbon’da seçkin sınıfa dahil olmasını engellemiş ve yazar yapılan pek çok küstahlığı sineye çekmek zorunda kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası entelektüel çevreye girmede oldukça önemsenen bu tür sosyal statü geçmişleri yazarın zorlu zamanlar yaşamasına sebep olmuştur. Öte yandan kekemeliği nedeniyle -daha sonra bu sorunu çözmüş olsa da- insanların alaylarına maruz kalması içedönüklüğe neden olmuş ve söz söylemek yerine yazmaya sevk etmiştir. Dünya büyük bir yazar kazanmıştır.
ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜN KAOSU: “KÖRLÜK”
Nobel Ödülü’nü kazandığı “Körlük” isimli eseri kuşkusuz yazarın en önemli eseridir. Büyük bir politik hiciv barındıran roman bir adamın aniden kör olmasıyla başlar ve körlük bir salgın gibi bütün topluma yayılır. İktidar bu süreçte kontrolü ele almanın yolunu akıl hastanesinden bozma bir binaya kör olanları hapsetmekte bulmuştur. Michel Foucault’ un dediği gibi “Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir.” Fakat kaos her çürümüş sistemi ele geçirdiği gibi bu hapishaneyi de ele geçirecektir. Suç artacak, insanlar acımasızlaşacaklardır. Kitapta tek kör olmayan karakter olan doktorun karısı gibi eğitimli ve sorgulayıcı yapıdaki bireylerin bile bu kaosta nasıl içlerindeki bütün zıt karakterleri ortaya çıkarabildiğini gözler önüne seren yazar insan doğasını sorgulatır. Suçun, ölümün ve açlığın sıradanlaştığı bir yapıda görmenin önemini kavratmaya çalışır. Kurgusu, dili ve konusuyla bir başyapıt olan “Körlük” yazara 1998 yılında Nobel Ödülü kazandırmıştır. Nobeli aldığında Saramago “Bu kadar zaman sonra Nobel’i aldım da anlatacak hiç kimsem yok.” demiştir. Kitabın Fernando Meirelles yönetimenliğinde filmi de çekilmiştir. Saramago filmi izlediğinde gözyaşlarını tutamamıştır. Vahşi sistemin ve iktidarların insanlar üzerinde yarattıklarını yaratıcı kurgularla okuyucuya sunan yazar din konusunda da eleştirel tavrını sürdürmüştür. Din konusundaki düşünceleri nedeniyle yapıtları Portkiz Hükümeti tarafından sansürlenince Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye yerleşen yazar ölümüne kadar burada yaşamak zorunda kalmıştır. Vatikan’ın resmi yayın organı olan L’Osservatore Romano gazetesinde şu sözlere yer veriliyordu: “Saramago din karşıtlığının akıl hocalarındandı. O, hiçbir metafizik inancı kabullenmeyen, hayatının son anına dek tarihsel materyalizme, bir başka deyişle Marksizme inatla bel bağlamış bir insandı.” İşte bu fikirlerdeki bir adamın yazdığı İncil, “İsa’ya Göre İncil” kitabıydı.
Dini kişiliklere atfettiği betimlemeler aykırılıklarıyla sivriliyordu ve okuyucuyu şaşırtıyordu.
ESİRGENEN YANIT
Yazımızda temel aldığımız “Çatıdaki Pencere” kitabına gelirsek Saramago’nun geç keşfedilmiş iyi kitabı diyebiliriz. Kitabın önsözünde Jose Saramago Vakfı Başkanı hem de karısı olan Pilar Del Rio kitabın gecikme öyküsünü şöyle anlatıyor. “Telefon çaldığında Saramago tıraş oluyordu. Almacı yüzünün sabun köpüğü bulunmayan kısmına dayayarak kısa konuştu: ‘Öyle mi? Şaşırtıcı. Siz rahatsız olmayın, yarım saat içinde orada olurum.’ Ve telefonu kapattı. Banyodan hiç bu kadar çabuk çıktığı olmamıştır. Sonra bana 1940-50 yılları arasında yazdığı ve o zamandan beri kayıp olan romanını almaya gideceğini söyledi. Döndüğünde kolunun altında “Çatıdaki Pencere” vardı, yani daktiloda yazılmış sayfalarla dolu bir dosya; zamanla sararıp yıpranmamışlardı da üstelik, belki de zaman 1953 yılında teslim edilen bu özgün metne insanlardan daha saygılı davrandığı içindir. 1989 yılında, José Saramago’ya, ‘Taşınma sırasında bulduğumuz bu metni yayımlamak yayınevimize büyük onur verecektir,’ demişlerdi törensel bir tavırla, o sırada “İsa’ya Göre İncil” adlı kitabını tamamlamakla uğraşıyordu ve ‘Obridago (teşekkür ederim) şimdi olmaz,’ yanıtını vermiş, yeni bulunan kitabı elinde, tüm hayalleri dorukta otuz bir yaşında genç bir adamken ondan esirgenen yanıtı nihayet kırk yedi yıl sonra almış olarak sokağa çıkmıştı. Yayınevinin bu tutumu Saramago’nun artık yok edilmesi mümkün olmayan ve onlarca yıl süren ıstıraplı bir sessizliğe boyun eğmesine neden olmuştu çünkü.”
Yazarın 1940- 1950 yılları arasında yazdığı ve o zamandan beri kayıp olan romanı “Çatıdaki Pencere” keşfedildiğinde ve Saramago’nun yirmi yaşında bir genç olarak böylesine incelikle, kusursuzca ve anlatıyı uzatmadan betimlemeler yapması pek çok kişiyi şaşırtmıştı. Yazarın isyankarlığı, özgürlük arayışı, onca yoksulluğa ve talihsizliğe karşı kimi bedenlerin kapsadığı dürüstlük savunusu kitaplarındaki iyi ve sade betimlenen karakterlerde güçlü bir biçimde yansıtılıyordu. “Kitabı bu gözle incelemeye / okumaya başladığımızda şunları söyleyebiliyoruz: “Çatıdaki Pencere” kişilerin romanıdır. Kırklı yılların Lizbon’unda geçer. İkinci Dünya Savaşı bitmiştir, ama romandaki her şeyi sarıp sarmalayan bir gölgeye, sessizliğe benzeyen Salazar diktatörlüğü sürmektedir. İlk bakışta politik bir roman değildir, bu nedenle dönemin sansür uygulamaları yüzünden basılmadığını düşünmek yerinde olmayacaktır. Dönemin değer yargılarına karşı çıkması, aileyi ocağın değil de cehennemin eşanlamlısı olarak görmesi, görünüşlerin gerçeklerden daha güçlü olduğunu vurgulaması, övülmeye değer amaçlar gibi görünen bazı ütopyaların sayfalar sonra sorgulanması, kadınlara kötü davranışların açıkça kınanması, hemcinsler arasındaki aşkın doğallıkla anlatılması; tüm bunların yargılayarak değil ama kişisel bir kaygıyla yazarın bakış açısından dile getirilmesi ve kitabı oluşturan diğer her şey, kitabın basılmadan bir kenara itilmesine karar verilmesinde etkili olmuştur kuşkusuz. Fazla serttir, tanınmamış bir yazarın kaleminden çıktığı için de fazla riskli bir romandır, getireceği kârla kıyaslayınca toplum ve sansür karşısında savunmak için gösterilecek çabaya değmeyecektir. Böylelikle kitap ne şimdi umut vaat eden bir ‘evet’ ne de gelecekte umut vaat edebilecek bir ‘hayır’ olmaksızın sürgüne gönderilir.”
APARTMANDAKİ ORTA SINIF İNSANLAR
Kitap bir apartmanda yaşayan kişilerin yaşamlarına tanık olmamızla başlıyor. Yazar metropol hayatının başlangıç yılları olan savaş sonrası dönemi yansıtıyor. Apartmandakiler 20. yüzyıl Lizbon’unda “orta direk”, orta sınıf insanlar; Amelia Teyze, kunduracı Silvestre ve karısı Mariana,
Bayan Carmen, kocası Emilia Fonseca ve küçük oğulları Enrique, yıllar önce kızını kaybetmiş ve yalnız yaşayan Justina, şuh Lidia, Rosalia, kocası Anselmo ve kızları Maria Claudia, Silvestre’nin evindeki odaya kiracı gelen Abel… Kıt kanaat geçimlerini sağlamaya çalışan bu insanlar yazarın anlatmak istediklerini sözleriyle ve yaşamlarıyla aktarıyorlar bizlere. Farklı aileler, farklı hikayeler. Aile kurumu oldukça fazla yer alıyor kitapta. Kitaba bir fakirlik havası hakim olsa da ayakkabıcı ve eşinin konuşmalarından herşeye rağmen çok mutlu oldukları ve en büyük sıkıntılarının geçim derdi olduğunu görürüz. Ayakkabıcının evine kiracı olarak gelen Abel ile Silvestre’nin dostluğu siyasi sohbetler ekseninde gelişir. İkisi arasındaki sohbetler umudun, aydınlığın simgesidir. Portekiz savaştan çok fazla yara almadan kurtulmuş olsa da dönemin toplumsal yapısına suskunluk hakimdir.
Kitabın bütününe baktığımızda tarihsel göndermeler görüyoruz. Portekiz’in düşün dünyasına oldukça fazla atıf yapılmış eserde. Bunlar şöyle sıralanabilir: Yazar, ayakkabıcı Silvestre karakteri ile büyük filozof Gonçalo Anes Bandarra’yı simgelemiştir. Portekiz tarihinde çok önemli bir yere sahip olan düşünür, “Trovas”ın yazarıdır. Krala yönelik yazdığı şiirler nedeniyle engizisyon mahkemesi tarafından yargılanmış ve daha sonra bir daha İncil’i kafasına göre yorumlamayacağına dair yemin ettirilerek serbest bırakılmıştır. Kiracı Abel’in en sevdiği şair olarak ünlü şair Fernando Pessoa’nın belirlenmesi bu göndermelere başka bir örnektir. Saramago Fernando Pessoa’nın şiirleriyle bezenmiş bir anlatımı da kullanarak kaybedenlerin gözünden bir Portekiz tasviri yapmaktadır. Sonuç olarak, İyimserlik ve kötümserlik arasında Silvestre’nin Abel ile konuşması kitaba ayna tutuyor; “İnsanlarla yaşıyoruz, insanlara yardım ediyoruz.” Apartmanın çatısındaki pencereden içeri sızan ışık ise bütün baskılara rağmen hala umudun var olduğunu sembolize ederek kitabın Türkçe ismini oluşturuyor: “Çatıdaki Pencere”
(Çatıdaki Pencere, José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev: Pınar Savaş, 306 s.)
DAMLA YAZICI
damla.yazici@msn.com